DESAM: Türkiye Muasır Medeniyet Seviyesinin Üstüne, Eğitim Sistemsizliği Yüzünden Ulaşamadı!
Demokrasi ve Eğitim Stratejik Araştırmalar Merkezi (DESAM) “Türkiye’nin Muasır Medeniyet Seviyesinin Üzerine Çıkma Hedefinde Milli Eğitimin Eleştirisi” gündem ana temasıyla Ankara Kocatepe ofisinde toplandı.
Türkiye Muasır Medeniyet Seviyesinin Üstüne,
Eğitim Sistemsizliği Yüzünden Ulaşamadı!
DESAM mütevelli heyet üyeleri ve yönetim kurulu ile davetli düşünce kuruluşlarının murahhas üyelerinin, akademisyenler, uzman eğitimciler ve iş insanlarının iştirakiyle gerçekleşen toplantının kapanış/sonuç oturumunda konuşan DESAM Başkanı Gürkan Avcı, “İlkel, kaba ve yapboz bir milli eğitim vizyonumuz olduğu için büyük devlet ve muasır millet olma parametrelerini bir türlü yakalayamadık. Ehil ve liyakat sahibi şahıslar yerine torpilli, fanatik partili-ideolojik kişileri iş başına getirdiğimiz için eğitimde ciddi miktarda vakit ve kan kaybettik. Türkiye’nin eğitimde deneme yanılma politikası gütme lüksü artık kalmadı. Yapılacak her hatalı reformun yüz yıla bedel etkisi olacak ve vahim sonuçlar doğuracaktır. Önümüzdeki iki-üç yılda atacağımız adımlar Türkiye’nin yüz yılın kalanında nerede olacağını belirleyecektir” dedi.
Türkiye’nin eğitimde büyük hüsran ve başarısızlıklar yaşadığını; kişi başı 10 bin dolarlık ekonomiden 20 bin dolara doğru bir başarı destanı yazılacaksa bunun ancak eğitim sistemini yüzyıla taşıyarak, 20 milyon öğrenciyi ve 1 milyonluk eğitimci ordusunu yanına alarak mümkün olabileceğini kaydeden Gürkan Avcı, şunları söyledi;
DERS SAATLERİ VE TATİL SÜRELERİ KISALTILMALI, SINAV VE ÖDEV SAYISI AZALTILMALIDIR
Türkiye eğitim sistemini ve sosyal politikalarını reel politikle dönüştürerek Milli Eğitim Bakanlığını yetenek kuluçka makinasına çevirebilir. Türkiye bilimsel, tamamen parasız, demokratik, özgün ve sofistike bir eğitim sistemiyle dünyanın en ünlü ve saygın ekonomisini yaratabilir. Türkiye eğitim reformlarına işin mutfağında başlayarak hem ders saatlerini ve tatil sürelerini kısaltmalı hem de sınav ve ödev sayısını azaltmalıdır.
BİR İŞ ADAMININ ÇOCUĞUYLA İŞÇİNİN ÇOCUĞU AYNI OKULDA OKUR HALE GELMELİDİR
Okullarımızın eğitim kalite standardını eşitleyerek bir iş adamının çocuğu ile bir işçinin çocuğunu aynı sınıfta yan yana okur hale getirmeliyiz. Herkes için eşit ve adil eğitim fırsatları yaratmalıyız. Ayağı yere basan yenilikçi reformlar yaparak gençliğin değişim ruhunu güçlendirerek başarıya hedeflemeliyiz.
YARDIMCI DERS KİTAPLARI VE OKUL YEMEĞİ DE ÜCRETSİZ VERİLMELİDİR
Ücretsiz ders kitabı, okul sütü gibi başarılı politikalar geliştirilip yaygınlaştırılarak tüm yardımcı ders kitapları, eğitim kırtasiyesi ve takviye dershaneleri de ücretsiz bir şekilde sunmalıyız. Okul kantin ve kafeteryalarında sağlıklı yemekler ve taze meyve ücretsiz bir şekilde her çocuğumuza ikram edilmelidir.
HER OKULDA HEMŞİRE, DOKTOR, PEDAGOG, PSİKOLOG İSTİHDAM EDİLMELİDİR
Her okulda birer uzman hemşire/doktor/pedagog/psikolog dönüşümlü olarak istihdam edilmeli; her türlü sağlık sorunlarına, ruhsal, zihinsel ve bedensel gelişim geriliklerine yönelik ciddi bir takip ve rehberlik hizmeti verilmelidir. Çünkü okullarda çocuklar arasında yaşanan sosyal yoksulluk/yoksunluk, imkânlara ulaşmada eşitsizlik ve temel hizmetlerin yetersizliği eğitim sisteminin verim ve başarısını çökerten en güçlü etkenlerdir.
HER ÇOCUK HAYATA EŞİT BAŞLAMALIDIR
Kaliteli eğitime sadece parası olanlar ulaşabiliyor. Türkiye’de doğan her çocuk mensubu olduğu sosyal ve siyasal sınıfından bağımsız olarak hayata eşit başlamalı ve eğitim hayatının sonuna kadar bu eşitlik kesinlikle sağlanmalıdır. Bu sağlanamaz ise, gençlerimiz dünyadaki diğer akranları karşısında bireysel benlik ve bağımsızlıklarını geliştiremez; vatandaşı oldukları ülkesine, içinde yaşadıkları milletine; aile, okul ve evlilik gibi temel kurumlarına duydukları bağlılıkta dengesizlik ve hayata dair yaygın bir memnuniyetsizlik yaşamaya devam ederler.
ÖĞRETMENLİK EN SEÇKİN VE SAYGIN MESLEK HALİNE GETİRİLMELİDİR
Ardından en çağcıl bir mesleki formasyon ve mükemmel bir üniversite eğitimiyle çok özel ve çok özgün milli bir öğretmen yetiştirme politikası hayata geçirmelidir. Ülkemizin en yetenekli ve zeki gençleri tıp, hukuk, mühendislik eğitimi yerine öğretmenlik mesleğini büyük bir aşk ve idealle tercih eder hale getirilmelidir.
2023, 2053, 2071 MİLLİ HEDEFLERİ BAŞARILI BİR MİLLİ EĞİTİMLE MÜMKÜN OLUR
Türkiye zorunlu eğitim sürecini böylesi bir eşitlik ve sosyal şefkat kapsayıcılığıyla taçlandırmalıdır. Türkiye böyle bir eğitim sistemiyle gerçek bir diriliş ve kutlu bir devrime ancak sahne olur. İşte o zaman herkes ülkesi için elini taşın altına hakikatle koyar ve yardıma koşar.
Güçlü, dirençli ve başarılı bir millet, özgür, müreffeh ve bağımsız bir devlet böylesi bir eğitim sisteminin inşasıyla ve böylesi bir insan sermayesinin ihyasıyla mümkün olur. Bu sayede hızlı ve derinlikli bir sistemsel dönüşüm gerçekleştirerek dünya liderliğine koşar adımlarla gideriz. Tüm medeni göstergelerde dünya sıralamalarının tepesinde yer alır, dünyadaki yoksulluğun, açlığın, savaşın önüne geçerek sorumluluk alan necip bir millet, saygın ve lokomotif bir devlet o zaman olabiliriz. Eğitimde önceliğimiz bunlar olmalıdır.
Çağdaş, demokratik ve özgün bir milli bir eğitim sisteminin inşasını sağlamadan talip olunan 2023, 2053 ve 2071 gibi milli hedefleri yakalamak ve korumak mümkün değildir. Yoksa Türkiye'nin var olan stratejik avantajları da riske girer. Fatih projesi başta olmak üzere bir çok eğitim politikasındaki ölçüsüz devlet müsriflikleri eğitim vizyon kapasitemizi sürekli geriye götürmektedir.
Muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkmış bir Türkiye demokrasi, insan hakları, kadın ve çocuk hakları, çevre gibi jenerik tüm başlıklarda en gelişmiş standartları yukarıya taşıyarak oluşabilir. Böylesi ideal bir hayat alanı inşasında temel referans güçlü ve çağdaş bir eğitim sistemi olacaktır.
EĞİTİM REFORMLARI VERİYE DAYALI YAPILMIYOR
Eğitimde başarı ve verimi yakalayamıyor olmamızın temel nedenlerinden birisi de yapılan reformların veriye dayalı olmamasıdır. Bir diğer nedeni ise tüm eğitim paydaşlarının fikir ve katkılarını almadan ve pilot uygulama yapmaksızın alelacele hayata geçirmemizdir. Türkiye’de reform deyince akla gelen ilk milli eğitim sistemidir.
Küreselleşen dünyada her şey hızla değişiyor, eğitimde. Değişen yaşam doğasına hazır ve uygun nesiller yetiştirmek elbette gerekiyor. Fakat bizim ülkemizde sorun tespiti bilimsellikten uzak, ihtiyaç analizi yapılmamış, çözüm geliştirme perspektifi eksik, verileri belirsiz bir anlayışla kapalı kapılar ardında pedagojik bir vizyon yerine ideolojik bir kaygıyla kararların alındığı bir eğitim reformu ahlakımız var.
Böyle olduğu için de Türkiye’de her iktidar, her bakan hatta her bürokratik kadro değişiminde ve aklımıza estikçe her yıl ve apansızca milli eğitimin rotası ve genetiği değişiyor. Her gelen Milli Eğitim Bakanı kendi kadrosu, öncelikleri ve dar kadrolarınca tercüme odalarında hazırlanmış çözüm yol haritaları ile geliyor.
CUMHURİYET TARİHİ BOYUNCA 78 MİLLİ EĞİTİM BAKANI DEĞİŞTİ
Sıkıntı şu ki, Cumhuriyet tarihi boyunca son 98 yılda 78 milli eğitim bakanı geldi. Ortalama 1.2 yıla bir bakan düşüyor. Dolayısıyla 1.2 yılda bir eğitimde reformdan söz ediyoruz. 78 milli eğitim bakanı arasında eğitim sisteminin mutfağında yetişmiş, eğitimden hakkıyla anlayan bakan sayısı ise o kadar az ki. Böyle olduğunda da hem dünya klasmanında hem de kendi içimizde eğitim sıralamalarında yıllar itibariyle geriye gidiyoruz.
Diğer taraftan, eğitime harcanan bütçe, harcanan para artıyor ama bu artış daha çok enflasyon sebepli. Milli eğitime ayrılan 113 milyar TL bütçe, milli gelirin ancak yüzde 2.5’i. Milli Eğitim bütçesindeki yatırım oranı yüzde 8. Bu çok yetersiz bir oran. Gerek genç nüfusu gerekse eğitim sistemindeki sorunları bizimle mukayese edersek kat kat düşük olan İsveç, İsrail, Danimarka gibi ülkeler milli gelirlerinin yüzde 7-8’ini milli eğitime ayırıyor.
Türkiye’de okullaşma oranları artıyor, okul binalarının kalitesi fiziksel imkanları iyileşiyor. Tüm bunlarda iyiye giden bir durum söz konusuyken eğitimde kalite ve başarı gittikçe düşüyor. Bunu sorgulamak lazım. Türkiye bilim ve aklın rehberliğinde bir eğitim sistemi için ortak akla ve veriye dayalı reformlar yapmalı. Türkiye kendi kültür, tarih ve önceliklerini göz önünde bulundurarak dünyadaki başarılı eğitim sistemlerini inceleyip kendi özgün eğitim sistemini oluşturmalıdır.
MİLLİ EĞİTİM ŞURASI DERHAL DEVREYE SOKULMALIDIR
Türkiye derhal geleneksel şura geleneğini devreye sokmalıdır. Başta Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ziya Selçuk olmak üzere Milli Eğitim Bakan Yardımcılarımız Sayın İbrahim Er, Sayın Mustafa Safran, Sayın Mahmut Özer ve Sayın Reha Denemeç beyefendilere önemle ve dikkatle çağrıda bulunuyorum. Milli Eğitim Şurası çözümün ana kilididir.
Milli Eğitim Şurası çok çok önemli. Bizim tarihi şura geleneğimizde kapıyı herkese, her paydaşa, her fikre açmak vardır. İlgili herkes gelir ve sorun bütün boyutlarıyla demokratik bir şekilde masaya yatırılır ve herkes çözüm önerisini ortaya koyar. O şurada benimsenen çözümler ve yol haritaları pilot uygulama ile hayata geçirilir ve akabinde rehabilite edilerek modellenir ve tüm ülkeye uygulanır. Milli eğitimde şura geleneğini kurtuluş savaşı koşullarında bile işleten Türkiye’nin muasır medeniyet seviyesinin üzerine çıkma savaşımında da Şura kültürünü özüne sadık kalarak sürdürmesinde büyük faydalar görüyorum. Şurada her kese kapılar açılmalı, bunu başarabilirsek eğitimdeki bütün sorunların çözümünün kendi birikimimizde zaten mevcut olduğunu görürüz.
DES Genel Merkezi <des.genelmerkez@gmail.com> Cmt 15.12.2018, 08:59-
Referans/Kaynak: ANKARA, Ulusal Haber & Ulusal Ajans
Cumhuriyetçi Demokratlar; Kadim gelenek ile müstakbel gelecek arasında sağlam, sarsılmaz, güçlü köprüler kuran; Namuslu-dürüst-demokrat; İlkeli, ilmi, onurlu ve sorumlu; Atatürkçü ve Milliyetçi bir halk hareketidir.
15 Aralık 2018 Cumartesi
12 Aralık 2018 Çarşamba
ADD "TÜRKİYE CUMHURİYETİ SAHİPSİZ DEĞİLDİR!" -Savaş meydanlarında, Mustafa Kemal’in askerlerinden okkalı tokat yiyenler; strateji değiştirmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırma hayallerinden vazgeçmeyenlere önemli bir ayrıntı: Hepimiz Mustafa Kemal’in askerleriyiz.
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ (ADD) "TÜRKİYE CUMHURİYETİ SAHİPSİZ DEĞİLDİR!"
10 Aralık 2018-Pazartesi, Ankara
Gazeteler.ADD Genel Merkez ve Ajanslar
"Türkiye Cumhuriyeti, Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün eşsiz liderliğinde; emperyal güçlerin bozguna uğratılmasının sonucu kurulmuştur.
Savaş meydanlarında, Mustafa Kemal’in askerlerinden okkalı tokat yiyenler; strateji değiştirmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırma hayallerinden vazgeçmeyenlere önemli bir ayrıntıyı hatırlatırız: Hepimiz Mustafa Kemal’in askerleriyiz.
Atatürkçü Düşünce Derneği; emperyal güçlerin, yerli işbirlikçiler eliyle uygulamaya koyduğu planları ve uygulayıcılarını bir bir ifşa etmektedir.
Bizler inanıyoruz ki:
“Bir ülkede namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça o ülke için kurtuluş yoktur.”
Demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi saygın ve değerli kavramlar kullanılarak yürütülen pek çok operasyonu yaşadık, gördük. Yapılan tüm operasyonlar, ATATÜRK CUMHURİYETİ’ni yok etme amaçlı olmuştur. Cumhuriyet kazanımları ve ülkemizin dirliği tarihin en ağır, en sinsi saldırısı altındadır.
Büyük Atatürk’ün bizzat kurduğu T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı makamına atanan şahsın; Büyük Önder’in bedenen aramızdan ayrılışının 80. yıl dönümünde; Atatürk, Cumhuriyet, vatan, millet ve insanlık düşmanı “püsküllüyü” resmen ziyaret etmesi ve “püsküllünün”; “şeyhülislam hazretleri hoş geldiniz” sözleriyle karşılanması gelinen vahim noktanın kanıtıdır.
Açıkça söylüyoruz ki bu ziyaretin denk getirildiği gün “insani” ve “tesadüfi” olmanın ötesinde işaretler barındırmaktadır.
“Püsküllüyü” ziyaret, yapıldığı gün ve yapılış biçimiyle hiç kuşkusuz Atatürk Cumhuriyeti’ne açıkça bir meydan okumadır. Diyanet İşleri Başkanı, burada sadece, zavallı bir sözcü ve zavallı bir aracıdan ibarettir.
Atatürk Devrimi’ne asıl meydan okuyanlar, Diyanet İşleri Başkanı’nı bu göreve atayanlar, Onu savunanlar ve püsküllüyü koruyanlardır.
Atatürk Cumhuriyeti’nin başına “püsküllü bela” olanlar, elbette demokrasinin de gereği olarak tarihteki yerlerini alacaklardır. Tarih; “geldikleri gibi gidenlerle” doludur. Unutulmamalıdır ki tarih, gerçek hüküm vericidir.
Atatürk Cumhuriyeti ile kavgalı zihniyet, Osmanlıcılık hayalini açığa vurmuştur. Yeni Osmanlıcılık hevesiyle, bölgesel sorunları alevlendirenler ülkemizin geleceğini tehdit eden uygulamalarını da sürdürmektedir.
Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlayan gerici eğitim sistemi, bugün siyasi iktidarın öncelikli projesidir.
Okullarımız; laik, karma ve bilimsel eğitim anlayışından kopartılarak medreseye dönüştürülmektedir.
Ey siyasiler; iktidardakiler ve muhalefettekiler;
Bugüne kadar, oy uğruna göz yumduğunuz yanlışlıklara artık dur deyin, izin vermeyin, kötü gidişe ortak olmayın!
Unutmayınız ki laikliğin yok olması ve bilimsel eğitimin ortadan kaldırılması bir gün sizleri de sarsacak, tarih sahnesinden silinmenize neden olacaktır. Laikliğin zedelenmesi siyasi çoğulculuğu ve demokrasiyi bitirecektir.
Sevgili Yurttaşlarımız; gelin hep birlikte demokratik haklarımızı kullanalım; kendi seçim çevrelerimizden başlayarak oy verdiğimiz ya da vermediğimiz bütün siyasileri yakın takibe alalım; baskı unsuru olalım, doğruyu yaptıralım. Aklın ve bilimin gereğini yerine getirelim. Ülke yönetimine müdahil olalım.
ADD olarak, ulusal ve yerel bazda “siyaseti izleme platformu” oluşturarak; Atatürkçü Düşünce’nin ışığından siyasilerin de yararlanmasını sağlayacağız. Ümit etmekteyiz ki böylece, yanlışlıklara geçit verilmeyecek; vekiller kendilerini seçenleri dinleyerek, Atatürk kazanımlarına yüreklice sahip çıkabileceklerdir… Başka çare yoktur.
Laik Cumhuriyet yoksa; demokrasi de yok, yurttaş da yok, özgürlükler de yoktur."
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZ YÖNETİM KURULU
10 Aralık 2018-Pazartesi, Ankara
Gazeteler.ADD Genel Merkez ve Ajanslar
"Türkiye Cumhuriyeti, Büyük Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün eşsiz liderliğinde; emperyal güçlerin bozguna uğratılmasının sonucu kurulmuştur.
Savaş meydanlarında, Mustafa Kemal’in askerlerinden okkalı tokat yiyenler; strateji değiştirmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırma hayallerinden vazgeçmeyenlere önemli bir ayrıntıyı hatırlatırız: Hepimiz Mustafa Kemal’in askerleriyiz.
Atatürkçü Düşünce Derneği; emperyal güçlerin, yerli işbirlikçiler eliyle uygulamaya koyduğu planları ve uygulayıcılarını bir bir ifşa etmektedir.
“Bir ülkede namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmadıkça o ülke için kurtuluş yoktur.”
Demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi saygın ve değerli kavramlar kullanılarak yürütülen pek çok operasyonu yaşadık, gördük. Yapılan tüm operasyonlar, ATATÜRK CUMHURİYETİ’ni yok etme amaçlı olmuştur. Cumhuriyet kazanımları ve ülkemizin dirliği tarihin en ağır, en sinsi saldırısı altındadır.
Büyük Atatürk’ün bizzat kurduğu T.C. Diyanet İşleri Başkanlığı makamına atanan şahsın; Büyük Önder’in bedenen aramızdan ayrılışının 80. yıl dönümünde; Atatürk, Cumhuriyet, vatan, millet ve insanlık düşmanı “püsküllüyü” resmen ziyaret etmesi ve “püsküllünün”; “şeyhülislam hazretleri hoş geldiniz” sözleriyle karşılanması gelinen vahim noktanın kanıtıdır.
Açıkça söylüyoruz ki bu ziyaretin denk getirildiği gün “insani” ve “tesadüfi” olmanın ötesinde işaretler barındırmaktadır.
“Püsküllüyü” ziyaret, yapıldığı gün ve yapılış biçimiyle hiç kuşkusuz Atatürk Cumhuriyeti’ne açıkça bir meydan okumadır. Diyanet İşleri Başkanı, burada sadece, zavallı bir sözcü ve zavallı bir aracıdan ibarettir.
Atatürk Devrimi’ne asıl meydan okuyanlar, Diyanet İşleri Başkanı’nı bu göreve atayanlar, Onu savunanlar ve püsküllüyü koruyanlardır.
Atatürk Cumhuriyeti’nin başına “püsküllü bela” olanlar, elbette demokrasinin de gereği olarak tarihteki yerlerini alacaklardır. Tarih; “geldikleri gibi gidenlerle” doludur. Unutulmamalıdır ki tarih, gerçek hüküm vericidir.
Atatürk Cumhuriyeti ile kavgalı zihniyet, Osmanlıcılık hayalini açığa vurmuştur. Yeni Osmanlıcılık hevesiyle, bölgesel sorunları alevlendirenler ülkemizin geleceğini tehdit eden uygulamalarını da sürdürmektedir.
Osmanlı Devleti’nin sonunu hazırlayan gerici eğitim sistemi, bugün siyasi iktidarın öncelikli projesidir.
Okullarımız; laik, karma ve bilimsel eğitim anlayışından kopartılarak medreseye dönüştürülmektedir.
Ey siyasiler; iktidardakiler ve muhalefettekiler;
Bugüne kadar, oy uğruna göz yumduğunuz yanlışlıklara artık dur deyin, izin vermeyin, kötü gidişe ortak olmayın!
Unutmayınız ki laikliğin yok olması ve bilimsel eğitimin ortadan kaldırılması bir gün sizleri de sarsacak, tarih sahnesinden silinmenize neden olacaktır. Laikliğin zedelenmesi siyasi çoğulculuğu ve demokrasiyi bitirecektir.
Sevgili Yurttaşlarımız; gelin hep birlikte demokratik haklarımızı kullanalım; kendi seçim çevrelerimizden başlayarak oy verdiğimiz ya da vermediğimiz bütün siyasileri yakın takibe alalım; baskı unsuru olalım, doğruyu yaptıralım. Aklın ve bilimin gereğini yerine getirelim. Ülke yönetimine müdahil olalım.
ADD olarak, ulusal ve yerel bazda “siyaseti izleme platformu” oluşturarak; Atatürkçü Düşünce’nin ışığından siyasilerin de yararlanmasını sağlayacağız. Ümit etmekteyiz ki böylece, yanlışlıklara geçit verilmeyecek; vekiller kendilerini seçenleri dinleyerek, Atatürk kazanımlarına yüreklice sahip çıkabileceklerdir… Başka çare yoktur.
Laik Cumhuriyet yoksa; demokrasi de yok, yurttaş da yok, özgürlükler de yoktur."
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ
GENEL MERKEZ YÖNETİM KURULU
19 Kasım 2018 Pazartesi
OLACAK ŞEY DEĞİL!.. "Hatay Cumhuriyeti Meclisi - Arzu KÖK" -Hatay Cumhuriyeti Meclis binası müze olarak değil de künefeci olarak kullanılıyormuş!.. (Büyük Utanç ve Hükümetin Yüz Karası)
Hatay Cumhuriyeti (Hatay Devleti) Millet Meclisi (Müze değil; Künefeci olarak kullanılıyor!..)
Arzu KÖK
Hatay Cumhuriyeti Meclis binası müze olarak değil de künefeci olarak kullanılıyormuş da şöyle bir gerilere Hatay’ın hikâyesine gideyim dedim. Zira bu bilinirse yapılan ihanetin büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır. Açıkçası ben bu tarihi bilen, yaşayan büyüklerimin anlattıklarının yarısını anlatacağım. Ama ne olursa olsun bunca yaşanan şey sonrasında tarihe ihaneti içim almıyor.
Arzu KÖK
Hatay Cumhuriyeti Meclis binası müze olarak değil de künefeci olarak kullanılıyormuş da şöyle bir gerilere Hatay’ın hikâyesine gideyim dedim. Zira bu bilinirse yapılan ihanetin büyüklüğü daha iyi anlaşılacaktır. Açıkçası ben bu tarihi bilen, yaşayan büyüklerimin anlattıklarının yarısını anlatacağım. Ama ne olursa olsun bunca yaşanan şey sonrasında tarihe ihaneti içim almıyor.
Birinci Dünya Savaşı'ndan 1938'e Hatay Osmanlı İmparatorluğu’nun 1. Dünya Savaşı'nı kaybetmiş olması sonucu, bütün cephelerde olduğu gibi Filistin ve Suriye'de dövüşen Osmanlı Ordusu da, 1918 Eylül ayı sonlarına doğru görev bölgesinden çekilmeye başladı. Suriye'de, VII. Yıldırım Ordusu'nun yöreden ayrılmasından sonra İtilaf Devletleri'nin desteği ile, Hicaz Emiri Faysal'ın başkanı olduğu bir Arap-Suriye hükümeti kuruldu. İngilizler, 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros Antlaşması hükümlerine dayanarak 25 Kasım 1918'de İskenderun Sancağı'na bir miktar asker çıkardılar. Aynı Antlaşma hükümlerine göre, Osmanlı yönetimine bırakılmış olmasına rağmen İskenderun Sancağı 'nı işgal eden İngiliz birlikleri, 5-6 gün kentte kaldıktan sonra çekilerek 7 Aralık 1918 tarihinde, Antakya'ya giren Fransız askerlerine işgali devrettiler.
Mondros Antlaşması ile bu topraklarda görevi bitmiş olan VII. Yıldırım Ordusu Kumantanı Mustafa Kemal Paşa geri geldiği Adana'da bu işgal hareketini müttefik orduları kumandanı Mareşal Allanby nezdinde protesto etti. Yerli halkın ileri gelenlerinden bir grubun Fransız yönetimine karşı mücadele kararı alması sonucu sancakta mücahitler olarak adlandırılan ve zaman zaman silahlı çatışmaya da giren bir direniş hareketi örgütlendi. 13 Temmuz 1919'da İskenderun Sancağı'na gelerek halka Fransız yönetiminden memnun olup olmadıklarını soran Amerikan heyetine büyük çoğunluğun Türk idaresini istedikleri şeklindeki beyanı, Fransız yönetimine karşı başlatılan direniş hareketinin haklılığını göstermekte idi. Sivas Kongresi'nde ilk esasları meydana çıkmış olan Misak-ı Milli kavramı ile ilgili olarak bu direniş hareketinin önde gelen isimlerinden Tayfur Ata Bey (Sökmen) ile Ankara arasında yapılan yazışmalarda, İskenderun Sancağı ve havalisinin de ( Hatay) bu hudutlar içerisinde olduğunun Mustafa Kemal tarafından belirtilmiş olması, bir süredir Misak-ı Milli hududu dışında kaldıkları kuşkusu içinde olan bölge halkının maneviyatını yükseltti.
Güneydoğu Anadolu ve İskenderun Sancağı'nda iki yıldır süregelen ve Fransız hükümetini huzursuz eden direniş hareketinin ve çatışmaların sona erdirilmesi amacıyla, Ankara Hükümeti ile 9 Haziran 1921 tarihinde başlanan görüşmelerin, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile bir uzlaşma ortamına girmesi üzerine, Antakya'da Fransız yönetimine karşı sürdürülen direniş faaliyetine bir süre ara verildi. Ancak, antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre önce, 26 Ağustos 1921 tarihinde, Fransızlar bütün Suriye'yi işgal ederek, daha önce kurmuş oldukları Faysal başkanlığındaki Suriye Hükümeti'ne son vermiş ve ülkede manda yönetimini uygulamaya başlamışlardı. Gene Ankara Antlaşması hükümlerine göre Fransızlar, Adana, Mersin, Osmaniye, Kilis ve Antep'i boşaltırken, İskenderun, Antakya, Kırıkhan, Reyhanlı, Altınözü ve Samandağ'dan çekilmeyip bu beldeleri İskenderun Sancağı adı altında ve özel bir statü içinde, Fransız mandası olarak yöneltilmekte olan Suriye Devleti'ne bağladılar. Bu uygulamaları ile Ankara Antlaşması, sancağın kurtuluş ümitlerini gelecekte belirsiz bir zamana bırakmış olması nedeniyle Hatay'da yaşayan Türkler arasında üzüntü yarattı.
Ankara Antlaşması hükümleri içinde sancak dahilindeki okullarda Türkçe'nin okutulması, Arapça'nın yanında Türkçe'nin de resmi mahiyette bir dil olması, Türk kültürünün yayılması, sancak bayrağının Türk bayrağına benzer bir bayrak olması gibi maddeler bulunmasına rağmen Fransızlar bu maddeleri hiçbir zaman uygulamadılar..
Fransızların, İskenderun Sancağından çekilmemeleri ve sancak içindeki Türk nüfusa karşı davranışlarındaki eşitsizlik üzerine tekrar faaliyete geçen direniş örgütü, merkezi Adana'da olan, Tayfur Ata Bey (Sökmen) başkanlığında, İskenderun ve Havalisi Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti'ni kurarak, Ankara ile ilişkilerini devam ettirdiler ve bir heyet halinde Ankara'ya giderek, Mustafa Kemal'den bölge ile ilgilenmesini istediler. 1922'de Fransızlar tarafından Suriye Devletleri Federasyonu kuruldu ve İskenderun Sancağı, Federasyona bağlı olan Halep Devleti içinde yer aldı. Ülkenin bağımsızlığını ve bütünlüğünü garanti altına alan ve yeni Türkiye Devleti'nin sınırlarını çizen Lozan Antlaşmasında esaslı bir şekilde ele alınmayan ve bu nedenle yöre halkının umutsuzluğa sevk eden Hatay Meselesi, Atatürk'ün 15 Mart 1923 günü Adana'da yaptığı konuşmada, "... kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz" sözü ile yeni bir dinamizm kazandı ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin gündemine ciddi olarak girdi.
Gelişen olaylar karşısında bölgede yaşayan diğer etnik gruplara karşı da örgütlenme ihtiyacı duyan Türk nüfus, Türkiye ile birleşme temasını işleyen Altın-Özü isimli bir gazete ile faaliyeti çok kısa süren Antakya Halk Fıkrası adlı bir de parti kurdular. Bölgedeki huzursuzlukların Milletler Cemiyeti'nde yaptığı etkiler sonucu 1926 yılında Fransızlar, İskenderun'da bir hükümet kurulması teklifini gündeme getirdiler. Teklife göre, Beyrut'taki yüksek komiserliğe bağlı olarak çalışacak bu hükümetin kendi anayasası, kendi meclisi ve seçilmiş bir başkanı bulunacaktı. Hükümet merkezi olarak İskenderun öngörülmekteydi. Bu hükümetin teşkili amacıyla yapılan seçimler sonucunda, Arapların çoğunlukta olduğu bir meclis oluştu. Başkanlığına da Ahmet Türkmen'in adaylığına karşılık, İskenderun Sancağında Fransız olağanüstü komiserinin delegeliğini yapan H. Duriex'in getirildiği Bağımsız İskenderun hükümeti, gördüğü tepkiler karşısında kısa bir süre sonra ismini, Kuzey Suriye Hükümeti olarak değiştirme kararı aldı.
Anayasaları gereği sancağın bağımsızlığı için yemin etmiş olan Kuzey Suriye Meclisi milletvekilleri bu karardan dört gün sonra, Şam'daki Merkezi Suriye Hükümeti'ne bağlanma kararı aldı.
Ortaya çıkan bu yeni durum üzerine Fransa'nın Suriye üzerindeki manda yönetiminin sona ereceği 1935 yılından sonra, İskenderun Sancağının geleceğini, Türk nüfusun çıkarlarına uygun bir neticeye ulaştırmak amacında olan Türkler, Fransızların engelleme gayretlerine rağmen hedeflerine ulaşmak için yoğun bir propaganda faaliyetine girdiler. Bu faaliyet içinde, özellikle anavatanda gerçekleştirilmiş olan Atatürk ilke ve inkılapları örnek alındı. Örneğin, Latin harflerini öğreten kurslar açıldı, fes yerine şapka giyilmeye başlandı ve herhangi bir faaliyet gösteremeyerek, sembolik bir kuruluş halinde kalan Halk Partisi kuruldu. Türk nüfusun yaptığı bu gayretli ve ısrarlı çalışmalar meyvelerini verdi ve bir süre sonra Fransızlar, İskenderun Sancağında Türk hakimiyeti kavramına sıcak bakmaya başladılar.
Sancakta yaşayan Türkler, Ankara'ya gönderdikleri heyetler ile zamanın başbakanı İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak aracılığı ile Atatürk'e bir kere daha aktardıkları davaları için Ulu Önder'den daha yakın ilgi ve destek istediler. Türk hükümeti, 1936 Eylül ayında Cenevre'de yapılan Milletler Meclisi toplantısında konuyu gündeme getirerek, İskenderun sancağının bağımsızlık talebini Fransız Hükümeti'ne resmen bildirdi.
Atatürk, 1936 yılı TBMM'nin açış konuşmasında, "... Fransızlar ile aramızda senelerdir sürüp giden davanın neticelenmesinin zamanı gelmiştir" diyerek sancağın bulunduğu bölgeye Hatay ismini verdi. Bu davranışı ile Hatay Meselesine ciddi olarak el konduğunu ifade etmiş olan Atatürk, o sırada faaliyette olan Antakya-İskenderun Yurdu cemiyetinin adını da Hatay Egemenlik Cemiyeti olarak değiştirdi. Bu cemiyetin merkezi İstanbul'da idi.
Olayların hızlı bir gelişme içine girdiği bugünlerde, Fransız başbakanı Leon Blum'un, Suriye'ye bağımsızlık verileceği şeklinde beyanı, Hatay'ın Suriye'ye geçmeden anavatana katılması için yapılacak çalışmaların hızlandırılmasını gerekli kıldı. Bu sırada Türk nüfusun aleyhine gelişeceği sezilen, 14-15 Kasım 1936 genel seçimlerine Türkler katılmayarak seçimi boykot ettiler. 1937 yılı başında, Hatay'daki huzursuzluğu gündemine alarak görüşen Milletler cemiyeti, "...her Hataylı dilediği cemaat listesine yazılmak ve rey vermek hakkına sahiptir" maddesini içeren Türk tezini kabul etti ve yapılacak halk oylaması için Antakya'ya bir gözlemci heyeti gönderdi.
Heyetin halk oylaması konusunda olumlu bir kanı ile Cenevre'ye dönmesinden ve raporlarını 27 Ocak 1937'de Milletler Cemiyeti'ne vermelerinden sonra, İskenderun Sancağı için yeni bir statü ve anayasa taslağı hazırlanarak sancakta, Millet Meclisi seçimi yapılması kararı alındı. Türkiye adına Numan Menemencioğlu'nun katıldığı anayasa taslağı hazırlama komisyonu, Fransız, İngiliz, Belçikalı ve Hollandalı diplomatlardan oluşmaktaydı. Komisyon tarafından 15 Mayıs 1937'de tamamlanan tasarı Milletler Cemiyeti'nce 29 Mayıs 1937'de kabul edildi. Bu taslağa göre sancak, içişlerinde bağımsız, dışişleri, maliye, gümrük işlerinde Suriye'ye bağlı kalacaktı. Sancağın toprak bütünlüğü, Türkiye ve Fransa'nın garantörlüğü altındaydı.
Milletler Cemiyeti'nce kabul edilen tasarı esasları çerçevesinde Ekim 1937'de Antakya ve İskenderun'da Türk konsoloslukları açıldı. 15 Nisan 1938'de başlayan ve ileride yapılacak Millet Meclisi seçimine esas olacak sayım işleminde, adilane hareket edilmeyip, Türkler aleyhine bir tavır takınılması üzerine durum, Türkiye Cumhuriyeti'ne, Fransız Hükümetine ve Milletler Cemiyeti'ne duyuruldu.
Sayım sırasında yer yer kanlı olayların da çıkması üzerine örfi idare ilan edildi ve toplum düzenini sağlamak amacıyla Fransız milislerinden oluşan Albay Collet komutasında bir birlik Antakya'ya geldi. Türk partizanı bir asker olan Albay Collet tarafından düzen sağlanıncaya kadar, sayım işlerine beş gün ara verildi. Askeri tedbirlere rağmen olayların devam etmesi üzerine Fransız delegesi Carreaux, Hatay'ın yönetimini Türkler'e bırakmayı teklif etti.
Bu teklif üzerine Ankara'nın görüşü ve oluru alınarak, İçişleri Müdürlüğü mahiyetinde olan İskenderun Sancağı Valisi görevine Dr. Abdurrahman Melek atandı ve vali 6 Haziran 1938 tarihinde göreve başladı.
Bu tedbirlere rağmen etnik gruplar arasında sürüp giden gergin ortamda bazen ölümle sonuçlanan olayların devam etmesi üzerine, sayım işleri tamamen durduruldu ve seçim komisyonu 26 Haziran 1938'de Sancak'tan ayrıldı.
Duruma bir hal çaresi bulmak amacıyla Türkiye ve Türkiye ve Fransız heyetleri arasında Antakya'da yapılan ve bir hafta süren görüşmeler sonunda, 2500 Türk ve 2500 Fransız askerinden oluşacak birliklerin Hatay'a girmeleri ve sayımın bu birliklerin denetimi altında yapılması kararı alındı. Bu karar gereğince, 5 Temmuz 1938'de Kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk alayı törenle Antakya'ya girdi. Alınan tedbirler ile sayım işlerine 22 Temmuz 1938 tarihinde yeniden başlandı ve sayım işlemi 1 Ağustos 1938 tarihinde tamamlandı. Sayım sonucunda seçmen sayısı: Türkler 35.847, Aleviler 11.319, Ermeniler 5.504, Araplar 1.845, Ortodoks Rumlar 2.098, diğerleri ise 395 kişi olarak tespit edildi. Bu sayılara göre Millet Meclisi için: Türklerden 22, Alevilerden 9, Ermenilerden 5, Araplardan 2, Ortodoks Rumlardan 2 olmak üzere toplam 40 milletvekilleri adayları, seçilecek milletvekili sayısı kadar olduğundan, bunlar için seçim yapılmadı ve bu adayların tümü milletvekili olarak meclise girdiler.
2 Eylül 1938 günü toplanan Hatay millet Meclisi, daha önce Atatürk tarafından aday gösterilen Tayfur Sökmen'i Hatay Devleti Cumhurbaşkanı seçti. Dr. Abdurrahman Melek başbakanlığa atanırken, Abdülgani Türkmen meclis başkanı oldu. Beş bakandan oluşan Hatay Devleti Hükümeti, Hatay Millet Meclisi'nin 6 Eylül 1938'deki oturumunda güven oyu aldı.
Çıkarılan bir yasa ile Türkiye Cumhuriyeti yasalarının tümü Hatay Devleti'nin yasaları olarak kabul edildi ve bunlar içinde hemen uygulanabileceklerin belirlenmesi için hükümete yetki verildi. Devlet yönetiminde vatandaşlara uygulanan eşitlik sayesinde cemaatler arasındaki ayrılık ve husumet giderek azaldı.
İlk başta Antakya, İskenderun, Kırıkhan ilçelerinden ibaret olan Hatay Devleti'nde daha sonra Reyhanlı ve Yayladağ ilçeleri oluşturularak ilçe sayısı beşe yükseltildi. Para birimi Suriye lirası olan Hatay Devleti'ni dış ülkelerde Suriye Devlet Başkanı temsil edecekti. Devletin bayrağı, Türk bayrağının çok benzeri olup sadece yıldızı kırmızı idi.
Bir süre sonra Fransız idaresindeki Suriye Devleti ile Hatay Devleti arasında bazı konularda yetki ve yönetim açısından baş gösteren anlaşmazlıklar giderek büyüdü. Manda yönetimi zamanından bu yana görev yapan bütün Fransız ve Suriyeliler, Türk yönetimince işten çıkarıldılar. Gerginleşen münasebetler üzerine Suriye Devleti'nin bir ara posta pulu vermemesi üzerine, Hatay Devleti, Türkiye Cumhuriyeti'nin pullarını kullanmaya başladı. Kısa bir süre sonra kendi pullarını çıkaran Hatay Devleti, Uluslararası Postalar Topluluğu'na üye oldu. Devletin parası Suriye parası idi. Vurgunculuğa mani olmak amacıyla gizlice toplanan meclisin bir gece içinde çıkardığı bir kanunla, Suriye parası yerine Türk lirasına geçildi. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası İskenderun'da bir şube açtı.
Bu sırada Hatay'ın Türkiye Cumhuriyeti ile olan sınırı kapalı idi. Suriye Devletiyle anayasa gereği bir sınırı bulunmamaktaydı. 20 Ekim 1938 gece yarısı Fransızlar, kendilerine çıkarılan güçlükleri bahane ederek, Suriye Devleti'nin Hatay Devleti ile var olmayan sınırını kapattılar ve Hatay Devleti ile olan ilişkiyi dondurdular. Amaçları Türkiye ile sınırı kapalı olan Hatay Devleti'ni ekonomik açıdan güç duruma sokup kendi istekleri doğrultusunda hareket etmeye zorlamaktı. Bu olaya misilleme olmak üzere Hatay Devleti de Suriye ile yeni oluşan sınırını kapattı. Her iki taraftaki sınırın kapalı olmasının Hatay Devleti'nin ticaret ve ulaşım işlerini aksatacağı ihtimali karşısında, olaydan iki gün sonra Millet Meclisi'nde alınan bir kararla Türkiye Cumhuriyeti ile olan sınır açıldı. Suriye hududunun Fransızlar tarafından kapatılması, öteden beri düşlenen, Hatay'ın anavatana katılması hedefi için pek olumlu bir ortam yaratmıştı. Fransızlar'ın bu durumu sezip özür dileyerek, Hatay Devleti ile olan sınırı tekrar açmalarına rağmen Hatay Devleti, Suriye Devleti ile olan sınırını açmadı. Bu gergin ilişkiler içinde, anavatana katılma arzusu ile dolu sekiz ay geçti.
Türkiye Cumhuriyeti'nde 1939 yılında yapılan milletvekili seçiminde, Hatay Devlet Başkanı Tayfur Sökmen Antalya'dan, Başbakan Abdurrahman Melek ise Antep'ten milletvekili seçilerek TBMM'ne girdiler. Bu olay Hatay'ın anavatana katılması hedefinin bir diğer adımını oluşturmakta idi. Zaten Fransa da bu konuya son zamanlarda ılımlı bakmakta kamuoyunda ise bu çözümün bölgedeki istikrar ve her iki devletin geleceği için en uygun yol olacağı görüşü ağırlık kazanmakta idi.
Nihayet Fransa Hükümeti ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti arasında yapılan anlaşmaya uygun olarak, Hatay Millet Meclisi'nin 23 Haziran 1939'da oybirliği ile aldığı karar gereğince Hatay Devleti, Türkiye Cumhuriyeti'ne katıldı. Hemen uygulamaya konan bu karar sonucu, Hatay'da görevli son Fransız birliği 7 Temmuz 1939 günü Antakya kışlasında yapılan törenle Hatay'dan ayrıldı. Türkiye Cumhuriyeti, Fransızlar'a bağlı olan Suriye-Büyük Lübnan Bankası, Tütün İdaresi, Elektrik Şirketi, İskenderun Liman Şirketi'ni satın alırken, Suriye uyruğuna geçmek isteyen vatandaşlarına da bir tercih hakkı tanıdı.
Suriye Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti temsilcilerinin katılımı ile oluşan komisyon sonucunda bugünkü sınır çizgisi tespit edildi ve TBMM'de çıkarılan 7 Temmuz 1939 tarih ve 3711 sayılı yasa ile Hatay ili oluşturuldu. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Hatay Egemenlik Cemiyeti Genel Sekreteri Şükrü Sökmen Süer, Hatay'ın ilk valisi oldu.
Hatay'ın, Türkiye'ye katılma kararının alındığı Hatay Cumhuriyeti’nin tarihi Meclis Binası son zamanlarda bir müze olması, yaşanan o yılların zorluklarını anlatan tarihi bir mekân görevi üstlenmesi gerekirken, künefeci olarak kullanılıyor ne yazık ki.
Dünya Savaşı'nın ardından düşman işgaline uğrayan şehirde Fransız mimar Leon Benju tarafından 1927 yılında sinema salonu olarak inşa edilen bu bina daha sonra Hatay Devleti tarafından Meclis binası olarak kullanıldı. Antakya’da Asi Nehri’nin kenarında bulunan bu tarihi mekân bir süre Valilik olarak kullanıldıktan sonra restorasyon çalışmasına girer. Restorasyon çalışmalarının ardından 2008 yılında yeniden açılan tarihi binanın bir kısmı künefeci olarak tahsis edilirken bir bölümü ise küçük esnafın kullanımına açılmış durumda. Binanın daha önceden sinema olarak kullanılan bir bölümü ise kültür merkezi olarak kullanılmaya devam ediyor.
Bizler ne tarihine ne de tarihi mekânlarına değer vermeyen nasıl bir ulus olduk? Şaşıp kalıyorum bazen. Buradan Hataylılara ve Hatay’da görevli tüm kamu kurum yöneticilerine sesleniyor ve oranın müze yapılması konusunda bir çalışma yapmaya davet ediyorum. Hatay bağımsızlığa hele de Anavatan’a yukarıda anlatabildiğim gibi kolay katılmadı. O halde bu süreç orada anıtlaşmalı ve gerçek değerini bulmalı…
Arzu KÖK
Mondros Antlaşması ile bu topraklarda görevi bitmiş olan VII. Yıldırım Ordusu Kumantanı Mustafa Kemal Paşa geri geldiği Adana'da bu işgal hareketini müttefik orduları kumandanı Mareşal Allanby nezdinde protesto etti. Yerli halkın ileri gelenlerinden bir grubun Fransız yönetimine karşı mücadele kararı alması sonucu sancakta mücahitler olarak adlandırılan ve zaman zaman silahlı çatışmaya da giren bir direniş hareketi örgütlendi. 13 Temmuz 1919'da İskenderun Sancağı'na gelerek halka Fransız yönetiminden memnun olup olmadıklarını soran Amerikan heyetine büyük çoğunluğun Türk idaresini istedikleri şeklindeki beyanı, Fransız yönetimine karşı başlatılan direniş hareketinin haklılığını göstermekte idi. Sivas Kongresi'nde ilk esasları meydana çıkmış olan Misak-ı Milli kavramı ile ilgili olarak bu direniş hareketinin önde gelen isimlerinden Tayfur Ata Bey (Sökmen) ile Ankara arasında yapılan yazışmalarda, İskenderun Sancağı ve havalisinin de ( Hatay) bu hudutlar içerisinde olduğunun Mustafa Kemal tarafından belirtilmiş olması, bir süredir Misak-ı Milli hududu dışında kaldıkları kuşkusu içinde olan bölge halkının maneviyatını yükseltti.
Güneydoğu Anadolu ve İskenderun Sancağı'nda iki yıldır süregelen ve Fransız hükümetini huzursuz eden direniş hareketinin ve çatışmaların sona erdirilmesi amacıyla, Ankara Hükümeti ile 9 Haziran 1921 tarihinde başlanan görüşmelerin, 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile bir uzlaşma ortamına girmesi üzerine, Antakya'da Fransız yönetimine karşı sürdürülen direniş faaliyetine bir süre ara verildi. Ancak, antlaşmanın imzalanmasından kısa bir süre önce, 26 Ağustos 1921 tarihinde, Fransızlar bütün Suriye'yi işgal ederek, daha önce kurmuş oldukları Faysal başkanlığındaki Suriye Hükümeti'ne son vermiş ve ülkede manda yönetimini uygulamaya başlamışlardı. Gene Ankara Antlaşması hükümlerine göre Fransızlar, Adana, Mersin, Osmaniye, Kilis ve Antep'i boşaltırken, İskenderun, Antakya, Kırıkhan, Reyhanlı, Altınözü ve Samandağ'dan çekilmeyip bu beldeleri İskenderun Sancağı adı altında ve özel bir statü içinde, Fransız mandası olarak yöneltilmekte olan Suriye Devleti'ne bağladılar. Bu uygulamaları ile Ankara Antlaşması, sancağın kurtuluş ümitlerini gelecekte belirsiz bir zamana bırakmış olması nedeniyle Hatay'da yaşayan Türkler arasında üzüntü yarattı.
Ankara Antlaşması hükümleri içinde sancak dahilindeki okullarda Türkçe'nin okutulması, Arapça'nın yanında Türkçe'nin de resmi mahiyette bir dil olması, Türk kültürünün yayılması, sancak bayrağının Türk bayrağına benzer bir bayrak olması gibi maddeler bulunmasına rağmen Fransızlar bu maddeleri hiçbir zaman uygulamadılar..
Fransızların, İskenderun Sancağından çekilmemeleri ve sancak içindeki Türk nüfusa karşı davranışlarındaki eşitsizlik üzerine tekrar faaliyete geçen direniş örgütü, merkezi Adana'da olan, Tayfur Ata Bey (Sökmen) başkanlığında, İskenderun ve Havalisi Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti'ni kurarak, Ankara ile ilişkilerini devam ettirdiler ve bir heyet halinde Ankara'ya giderek, Mustafa Kemal'den bölge ile ilgilenmesini istediler. 1922'de Fransızlar tarafından Suriye Devletleri Federasyonu kuruldu ve İskenderun Sancağı, Federasyona bağlı olan Halep Devleti içinde yer aldı. Ülkenin bağımsızlığını ve bütünlüğünü garanti altına alan ve yeni Türkiye Devleti'nin sınırlarını çizen Lozan Antlaşmasında esaslı bir şekilde ele alınmayan ve bu nedenle yöre halkının umutsuzluğa sevk eden Hatay Meselesi, Atatürk'ün 15 Mart 1923 günü Adana'da yaptığı konuşmada, "... kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz" sözü ile yeni bir dinamizm kazandı ve Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti'nin gündemine ciddi olarak girdi.
Gelişen olaylar karşısında bölgede yaşayan diğer etnik gruplara karşı da örgütlenme ihtiyacı duyan Türk nüfus, Türkiye ile birleşme temasını işleyen Altın-Özü isimli bir gazete ile faaliyeti çok kısa süren Antakya Halk Fıkrası adlı bir de parti kurdular. Bölgedeki huzursuzlukların Milletler Cemiyeti'nde yaptığı etkiler sonucu 1926 yılında Fransızlar, İskenderun'da bir hükümet kurulması teklifini gündeme getirdiler. Teklife göre, Beyrut'taki yüksek komiserliğe bağlı olarak çalışacak bu hükümetin kendi anayasası, kendi meclisi ve seçilmiş bir başkanı bulunacaktı. Hükümet merkezi olarak İskenderun öngörülmekteydi. Bu hükümetin teşkili amacıyla yapılan seçimler sonucunda, Arapların çoğunlukta olduğu bir meclis oluştu. Başkanlığına da Ahmet Türkmen'in adaylığına karşılık, İskenderun Sancağında Fransız olağanüstü komiserinin delegeliğini yapan H. Duriex'in getirildiği Bağımsız İskenderun hükümeti, gördüğü tepkiler karşısında kısa bir süre sonra ismini, Kuzey Suriye Hükümeti olarak değiştirme kararı aldı.
Anayasaları gereği sancağın bağımsızlığı için yemin etmiş olan Kuzey Suriye Meclisi milletvekilleri bu karardan dört gün sonra, Şam'daki Merkezi Suriye Hükümeti'ne bağlanma kararı aldı.
Ortaya çıkan bu yeni durum üzerine Fransa'nın Suriye üzerindeki manda yönetiminin sona ereceği 1935 yılından sonra, İskenderun Sancağının geleceğini, Türk nüfusun çıkarlarına uygun bir neticeye ulaştırmak amacında olan Türkler, Fransızların engelleme gayretlerine rağmen hedeflerine ulaşmak için yoğun bir propaganda faaliyetine girdiler. Bu faaliyet içinde, özellikle anavatanda gerçekleştirilmiş olan Atatürk ilke ve inkılapları örnek alındı. Örneğin, Latin harflerini öğreten kurslar açıldı, fes yerine şapka giyilmeye başlandı ve herhangi bir faaliyet gösteremeyerek, sembolik bir kuruluş halinde kalan Halk Partisi kuruldu. Türk nüfusun yaptığı bu gayretli ve ısrarlı çalışmalar meyvelerini verdi ve bir süre sonra Fransızlar, İskenderun Sancağında Türk hakimiyeti kavramına sıcak bakmaya başladılar.
Sancakta yaşayan Türkler, Ankara'ya gönderdikleri heyetler ile zamanın başbakanı İsmet İnönü ve Mareşal Fevzi Çakmak aracılığı ile Atatürk'e bir kere daha aktardıkları davaları için Ulu Önder'den daha yakın ilgi ve destek istediler. Türk hükümeti, 1936 Eylül ayında Cenevre'de yapılan Milletler Meclisi toplantısında konuyu gündeme getirerek, İskenderun sancağının bağımsızlık talebini Fransız Hükümeti'ne resmen bildirdi.
Atatürk, 1936 yılı TBMM'nin açış konuşmasında, "... Fransızlar ile aramızda senelerdir sürüp giden davanın neticelenmesinin zamanı gelmiştir" diyerek sancağın bulunduğu bölgeye Hatay ismini verdi. Bu davranışı ile Hatay Meselesine ciddi olarak el konduğunu ifade etmiş olan Atatürk, o sırada faaliyette olan Antakya-İskenderun Yurdu cemiyetinin adını da Hatay Egemenlik Cemiyeti olarak değiştirdi. Bu cemiyetin merkezi İstanbul'da idi.
Olayların hızlı bir gelişme içine girdiği bugünlerde, Fransız başbakanı Leon Blum'un, Suriye'ye bağımsızlık verileceği şeklinde beyanı, Hatay'ın Suriye'ye geçmeden anavatana katılması için yapılacak çalışmaların hızlandırılmasını gerekli kıldı. Bu sırada Türk nüfusun aleyhine gelişeceği sezilen, 14-15 Kasım 1936 genel seçimlerine Türkler katılmayarak seçimi boykot ettiler. 1937 yılı başında, Hatay'daki huzursuzluğu gündemine alarak görüşen Milletler cemiyeti, "...her Hataylı dilediği cemaat listesine yazılmak ve rey vermek hakkına sahiptir" maddesini içeren Türk tezini kabul etti ve yapılacak halk oylaması için Antakya'ya bir gözlemci heyeti gönderdi.
Heyetin halk oylaması konusunda olumlu bir kanı ile Cenevre'ye dönmesinden ve raporlarını 27 Ocak 1937'de Milletler Cemiyeti'ne vermelerinden sonra, İskenderun Sancağı için yeni bir statü ve anayasa taslağı hazırlanarak sancakta, Millet Meclisi seçimi yapılması kararı alındı. Türkiye adına Numan Menemencioğlu'nun katıldığı anayasa taslağı hazırlama komisyonu, Fransız, İngiliz, Belçikalı ve Hollandalı diplomatlardan oluşmaktaydı. Komisyon tarafından 15 Mayıs 1937'de tamamlanan tasarı Milletler Cemiyeti'nce 29 Mayıs 1937'de kabul edildi. Bu taslağa göre sancak, içişlerinde bağımsız, dışişleri, maliye, gümrük işlerinde Suriye'ye bağlı kalacaktı. Sancağın toprak bütünlüğü, Türkiye ve Fransa'nın garantörlüğü altındaydı.
Milletler Cemiyeti'nce kabul edilen tasarı esasları çerçevesinde Ekim 1937'de Antakya ve İskenderun'da Türk konsoloslukları açıldı. 15 Nisan 1938'de başlayan ve ileride yapılacak Millet Meclisi seçimine esas olacak sayım işleminde, adilane hareket edilmeyip, Türkler aleyhine bir tavır takınılması üzerine durum, Türkiye Cumhuriyeti'ne, Fransız Hükümetine ve Milletler Cemiyeti'ne duyuruldu.
Sayım sırasında yer yer kanlı olayların da çıkması üzerine örfi idare ilan edildi ve toplum düzenini sağlamak amacıyla Fransız milislerinden oluşan Albay Collet komutasında bir birlik Antakya'ya geldi. Türk partizanı bir asker olan Albay Collet tarafından düzen sağlanıncaya kadar, sayım işlerine beş gün ara verildi. Askeri tedbirlere rağmen olayların devam etmesi üzerine Fransız delegesi Carreaux, Hatay'ın yönetimini Türkler'e bırakmayı teklif etti.
Bu teklif üzerine Ankara'nın görüşü ve oluru alınarak, İçişleri Müdürlüğü mahiyetinde olan İskenderun Sancağı Valisi görevine Dr. Abdurrahman Melek atandı ve vali 6 Haziran 1938 tarihinde göreve başladı.
Bu tedbirlere rağmen etnik gruplar arasında sürüp giden gergin ortamda bazen ölümle sonuçlanan olayların devam etmesi üzerine, sayım işleri tamamen durduruldu ve seçim komisyonu 26 Haziran 1938'de Sancak'tan ayrıldı.
Duruma bir hal çaresi bulmak amacıyla Türkiye ve Türkiye ve Fransız heyetleri arasında Antakya'da yapılan ve bir hafta süren görüşmeler sonunda, 2500 Türk ve 2500 Fransız askerinden oluşacak birliklerin Hatay'a girmeleri ve sayımın bu birliklerin denetimi altında yapılması kararı alındı. Bu karar gereğince, 5 Temmuz 1938'de Kurmay Albay Şükrü Kanatlı komutasındaki Türk alayı törenle Antakya'ya girdi. Alınan tedbirler ile sayım işlerine 22 Temmuz 1938 tarihinde yeniden başlandı ve sayım işlemi 1 Ağustos 1938 tarihinde tamamlandı. Sayım sonucunda seçmen sayısı: Türkler 35.847, Aleviler 11.319, Ermeniler 5.504, Araplar 1.845, Ortodoks Rumlar 2.098, diğerleri ise 395 kişi olarak tespit edildi. Bu sayılara göre Millet Meclisi için: Türklerden 22, Alevilerden 9, Ermenilerden 5, Araplardan 2, Ortodoks Rumlardan 2 olmak üzere toplam 40 milletvekilleri adayları, seçilecek milletvekili sayısı kadar olduğundan, bunlar için seçim yapılmadı ve bu adayların tümü milletvekili olarak meclise girdiler.
2 Eylül 1938 günü toplanan Hatay millet Meclisi, daha önce Atatürk tarafından aday gösterilen Tayfur Sökmen'i Hatay Devleti Cumhurbaşkanı seçti. Dr. Abdurrahman Melek başbakanlığa atanırken, Abdülgani Türkmen meclis başkanı oldu. Beş bakandan oluşan Hatay Devleti Hükümeti, Hatay Millet Meclisi'nin 6 Eylül 1938'deki oturumunda güven oyu aldı.
Çıkarılan bir yasa ile Türkiye Cumhuriyeti yasalarının tümü Hatay Devleti'nin yasaları olarak kabul edildi ve bunlar içinde hemen uygulanabileceklerin belirlenmesi için hükümete yetki verildi. Devlet yönetiminde vatandaşlara uygulanan eşitlik sayesinde cemaatler arasındaki ayrılık ve husumet giderek azaldı.
İlk başta Antakya, İskenderun, Kırıkhan ilçelerinden ibaret olan Hatay Devleti'nde daha sonra Reyhanlı ve Yayladağ ilçeleri oluşturularak ilçe sayısı beşe yükseltildi. Para birimi Suriye lirası olan Hatay Devleti'ni dış ülkelerde Suriye Devlet Başkanı temsil edecekti. Devletin bayrağı, Türk bayrağının çok benzeri olup sadece yıldızı kırmızı idi.
Bir süre sonra Fransız idaresindeki Suriye Devleti ile Hatay Devleti arasında bazı konularda yetki ve yönetim açısından baş gösteren anlaşmazlıklar giderek büyüdü. Manda yönetimi zamanından bu yana görev yapan bütün Fransız ve Suriyeliler, Türk yönetimince işten çıkarıldılar. Gerginleşen münasebetler üzerine Suriye Devleti'nin bir ara posta pulu vermemesi üzerine, Hatay Devleti, Türkiye Cumhuriyeti'nin pullarını kullanmaya başladı. Kısa bir süre sonra kendi pullarını çıkaran Hatay Devleti, Uluslararası Postalar Topluluğu'na üye oldu. Devletin parası Suriye parası idi. Vurgunculuğa mani olmak amacıyla gizlice toplanan meclisin bir gece içinde çıkardığı bir kanunla, Suriye parası yerine Türk lirasına geçildi. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası İskenderun'da bir şube açtı.
Bu sırada Hatay'ın Türkiye Cumhuriyeti ile olan sınırı kapalı idi. Suriye Devletiyle anayasa gereği bir sınırı bulunmamaktaydı. 20 Ekim 1938 gece yarısı Fransızlar, kendilerine çıkarılan güçlükleri bahane ederek, Suriye Devleti'nin Hatay Devleti ile var olmayan sınırını kapattılar ve Hatay Devleti ile olan ilişkiyi dondurdular. Amaçları Türkiye ile sınırı kapalı olan Hatay Devleti'ni ekonomik açıdan güç duruma sokup kendi istekleri doğrultusunda hareket etmeye zorlamaktı. Bu olaya misilleme olmak üzere Hatay Devleti de Suriye ile yeni oluşan sınırını kapattı. Her iki taraftaki sınırın kapalı olmasının Hatay Devleti'nin ticaret ve ulaşım işlerini aksatacağı ihtimali karşısında, olaydan iki gün sonra Millet Meclisi'nde alınan bir kararla Türkiye Cumhuriyeti ile olan sınır açıldı. Suriye hududunun Fransızlar tarafından kapatılması, öteden beri düşlenen, Hatay'ın anavatana katılması hedefi için pek olumlu bir ortam yaratmıştı. Fransızlar'ın bu durumu sezip özür dileyerek, Hatay Devleti ile olan sınırı tekrar açmalarına rağmen Hatay Devleti, Suriye Devleti ile olan sınırını açmadı. Bu gergin ilişkiler içinde, anavatana katılma arzusu ile dolu sekiz ay geçti.
Türkiye Cumhuriyeti'nde 1939 yılında yapılan milletvekili seçiminde, Hatay Devlet Başkanı Tayfur Sökmen Antalya'dan, Başbakan Abdurrahman Melek ise Antep'ten milletvekili seçilerek TBMM'ne girdiler. Bu olay Hatay'ın anavatana katılması hedefinin bir diğer adımını oluşturmakta idi. Zaten Fransa da bu konuya son zamanlarda ılımlı bakmakta kamuoyunda ise bu çözümün bölgedeki istikrar ve her iki devletin geleceği için en uygun yol olacağı görüşü ağırlık kazanmakta idi.
Nihayet Fransa Hükümeti ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti arasında yapılan anlaşmaya uygun olarak, Hatay Millet Meclisi'nin 23 Haziran 1939'da oybirliği ile aldığı karar gereğince Hatay Devleti, Türkiye Cumhuriyeti'ne katıldı. Hemen uygulamaya konan bu karar sonucu, Hatay'da görevli son Fransız birliği 7 Temmuz 1939 günü Antakya kışlasında yapılan törenle Hatay'dan ayrıldı. Türkiye Cumhuriyeti, Fransızlar'a bağlı olan Suriye-Büyük Lübnan Bankası, Tütün İdaresi, Elektrik Şirketi, İskenderun Liman Şirketi'ni satın alırken, Suriye uyruğuna geçmek isteyen vatandaşlarına da bir tercih hakkı tanıdı.
Suriye Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti temsilcilerinin katılımı ile oluşan komisyon sonucunda bugünkü sınır çizgisi tespit edildi ve TBMM'de çıkarılan 7 Temmuz 1939 tarih ve 3711 sayılı yasa ile Hatay ili oluşturuldu. Emniyet Genel Müdürlüğü ve Hatay Egemenlik Cemiyeti Genel Sekreteri Şükrü Sökmen Süer, Hatay'ın ilk valisi oldu.
Hatay'ın, Türkiye'ye katılma kararının alındığı Hatay Cumhuriyeti’nin tarihi Meclis Binası son zamanlarda bir müze olması, yaşanan o yılların zorluklarını anlatan tarihi bir mekân görevi üstlenmesi gerekirken, künefeci olarak kullanılıyor ne yazık ki.
Dünya Savaşı'nın ardından düşman işgaline uğrayan şehirde Fransız mimar Leon Benju tarafından 1927 yılında sinema salonu olarak inşa edilen bu bina daha sonra Hatay Devleti tarafından Meclis binası olarak kullanıldı. Antakya’da Asi Nehri’nin kenarında bulunan bu tarihi mekân bir süre Valilik olarak kullanıldıktan sonra restorasyon çalışmasına girer. Restorasyon çalışmalarının ardından 2008 yılında yeniden açılan tarihi binanın bir kısmı künefeci olarak tahsis edilirken bir bölümü ise küçük esnafın kullanımına açılmış durumda. Binanın daha önceden sinema olarak kullanılan bir bölümü ise kültür merkezi olarak kullanılmaya devam ediyor.
Bizler ne tarihine ne de tarihi mekânlarına değer vermeyen nasıl bir ulus olduk? Şaşıp kalıyorum bazen. Buradan Hataylılara ve Hatay’da görevli tüm kamu kurum yöneticilerine sesleniyor ve oranın müze yapılması konusunda bir çalışma yapmaya davet ediyorum. Hatay bağımsızlığa hele de Anavatan’a yukarıda anlatabildiğim gibi kolay katılmadı. O halde bu süreç orada anıtlaşmalı ve gerçek değerini bulmalı…
Arzu KÖK
8 Kasım 2018 Perşembe
CUMHURİYET FAZİLETTİR, ERDEMDİR, CUMHURİYET KİMSESİZLERİN KİMSESİDİR "NACİ KAPTAN" (29 Ekim 2018, Naci Kaptan "nacikaptan.com" kişisel web sitesi)
CUMHURİYET FAZİLETTİR, ERDEMDİR, CUMHURİYET KİMSESİZLERİN KİMSESİDİR
REF: Posted on October 29, 2018 by Nacikaptan, 27 Ekim 2018 Cumartesi
Cumhuriyet Bayramınız Hayırlı, Uğurlu ve Kademli (Kalıcı-Sürekli ve mutlaka sürdürülebilir) Olsun. “CUMHURİYET FAZİLETTİR, ERDEMDİR CUMHURİYET KİMSESİZLERİN KİMSESİDİR”
–Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi–
CUMHURİYET FAZİLETTİR, ERDEMDİR
CUMHURİYET KİMSESİZLERİN KİMSESİDİR
Türkiye Cumhuriyeti ve TÜRK Milleti, büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün kurmuş olduğu cumhuriyetimizin 95. Yılını, onur-gurur ve şükranla kutlamaktadır. Geçen yüzyıldan kalan imparatorlukların çöküşü sonrasında ulus devletler tarih sahnesine çıkarken, Türk Milleti de büyük bir istiklâl savaşı vererek, kendi ulus devleti TÜRKİYE CUMHURİYETİ’ni dünyanın merkezi coğrafyasında kurma başarısını göstermiştir.
Üç kıtanın merkezinde yer alan “orta dünyada” bir Türk ulus devleti kurulurken, bu topraklarda var olan bin yıllık Türk egemenliği ve buna yol gösteren on bin yıllık Proto-Türk birikimi dikkate alınarak hareket edilmiştir. Kurucu önder Atatürk’ün binlerce cilt tarih kitabı okuması ve geçmişten gelen siyasal birikimi bilerek hareket etmesi üzerine inşa edilmiş olan Türk devleti, özel koşullara dayanılarak tarih sahnesine çıkartılmıştır.
Bu nedenle, TÜRKİYE CUMHURİYETİ kendi jeopolitiğinden gelen özellikleriyle diğer ulus devletlerin hiç birisine benzemeyen, kendine özgü bir Milli modele sahiptir. İçinde bulunduğumuz yeni siyasal konjonktürde bu yüzden, Türkiye’yi yıkmaya, ya da ortadan kaldırmaya yönelik bütün tehlikeli, menfur girişimler, Türk ulusunun haklı tepkileri ve direnişi sayesinde ters yüz olarak geri dönmektedir. Dahili ve harici bedhahlar ile Türk devletinin özel yapısını dikkate almayan emperyalist amaçlı hain işbirlikçilerin “bütün yıkım ve tasfiye” plân, proje ve senaryolarının hepsi bu dönemde akamete uğramış ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Kan emici emperyalizmin insanlık düşmanı yıkıcıları, kendilerine yerli ortaklar (dâhili bedhahlar) da buldukları zaman iç ve dış güçlerin birlikte hareket ettikleri ve kendi çıkarları doğrultusunda geliştirdikleri sömürü odaklı projeleri “çok zalimce, haksızca ve hukuksuzca” gerçekleştirmeyi hedefledikleri görülmektedir.
Özellikle, son zamanlarda Türkiye Cumhuriyetine yönelik bir çok saldırı senaryosunu, bir biri ardı sıra uygulama alanına getirmiş bulunmaktadırlar. Buna karşın; Türk halkının her ferdi ile dayanışma şuuru içerisinde gerçekleştirdiği cumhuriyet inkılâbını “Cumhursuz Cumhuriyet” diye karalayan din tüccarları ve siyaset simsarları ile başka emperyal projelere angaje olan alt kimlikçi/bölücü bazı toplum kesimlerinin, Atatürk karşıtlığı doğrultusunda cumhuriyet rejimini karalamak ya da küçümsemek amaçlı olarak çamur atma girişimlerine kalkıştıkları görülmüştür.
Misakı Milli sınırları içerisinde, eli silah tutan bütün Türk vatandaşlarının amansız bir ölüm-kalım (kurtuluş) savaşı vererek kazandığı büyük zaferi küçük düşürmek maksadıyla “Hiç kimsenin Cumhuriyeti”, ya da batı emperyalizminin uzantısı doğrultusunda “Gâvur icadı yabancıların rejimi” gibi, kesinlikle iyi niyetli olmayan art niyetli tanımlamalar ile, Atatürk Cumhuriyetine yönelik bir siyasal muhalefet geliştirilmeye çalışılmıştır.
Ulusal kurtuluş savaşının büyük önderi Atatürk, bizzat “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesi; Adalet, hakkaniyet ve fazilet rejimidir”diyerek kendi kurduğu siyasal rejime halkçı ve eşitlikçi bir açıklama getirmiştir. En yoksulundan en zenginine kadar Türk toplumunun içinde vatandaş olarak bulunan herkesi, eşit bir vatandaş olarak gördüğünü her fırsatta ifade eden cumhuriyetimizin kurucu önderinin yaptıkları ve söyledikleri ile ne kadar haklı, ileri görüşlü ve doğru olduğunu, bir yüzyıla yaklaşan tarih diliminde yaşanan olaylar aracılığı ile hem Türk ulusu hem de dünya kamuoyu hayret ve ibretle görmüştür.
Türklerin millet kimliği ile hareket ederek oluşturdukları Kuvayı Milliye mücadelesi, Türk ulusunun tarih sahnesinden silinmesini önlemiş ve bugünün dünya haritasının tam ortasında, merkezinde Türklere hak ettikleri ülkeyi Anadolu toprakları üzerinde vermiştir.
Bugün gelinen noktada, kan emici ve sömürgeci emperyalist güçler, Türklerin elinden vatan topraklarını alabilmek için “menfur amaçları önünde engel olarak gördükleri” Türk Milleti ve Türkiye’deki ulusal cumhuriyet rejimini ortadan kaldırabilmenin çabası içindedirler.
Ancak, Türk ulusu bir asır önce şerefle, şan’la, ıstırap ve kan’la can pahasına kazandığı var olma mücadelesini, bugün de mutlaka ve her şeye rağmen sürdürmeye azimli, imanlı ve her halikârda kararlıdır. Gerekirse, Türk toplumunun en üst düzeyinden en alt kesimine kadar “yeni bir kurtuluş savaşı” bütün kesimlerin katılımı ile yapılabilir. Türk milletinin, özgürlük ve tam bağımsızlık içinde var olma mücadelesinde, cumhuriyetimiz her zaman olduğu gibi gene kimsesizlerle birlikte olacaktır. Türkiye Cumhuriyetinin içine girmiş olduğu uygarlık yarışında hiçbir emperyal ve insanlık düşmanı güç önünü kesemeyecektir.
Türk ulusu; Atatürk Cumhuriyetinin İnsan Hakları, Adalet Ahlâkı ve Evrensel Hukukun temel ilkeleri doğrultusunda çağdaş uygarlık düzeyi ve ortamında hak ettiği yerini mutlaka alacaktır ve bu mazhariyeti sahiplenip “can ve mal pahasına” behemahal koruyacak ve Milli Devlet düşmanı, Emperyalist amaçlı “yeniden orta çağa dönüş” hırs, ihtiras ve arayışları ile iç ve dış savaşlara ülkeyi sürükleme çabaları Türk halkının direnişleriyle boşa çıkartılacaktır.
http://nacikaptan.com/?p=62254
CUMHURİYETCİ DEMOKRATLAR HAREKETİ
https://cumhuriyetci-demokratlar.blogspot.com/2018/10/cumhuriyet-bayramnz-hayrl-ugurlu-ve.html
3 Kasım 2018 Cumartesi
Suriyeliler kadar değerleri yok mu?… "Necdet Buluz" -Kızıl Çin tarafından cebren, alçakça ve küstahça işgal altında tutulan "DOĞU TÜRKİSTAN" kan ağlıyor. Suriyeli kaçaklara kucak açan Türkiye hükümeti, "YILLARDIR ZULME MARUZ" öz kardeşleri ile neden ve niçin ilgilenmiyor? (Turkısh Forum.Turkıshnews-03 Kasım 2018.Cumartesi)
“Suriyeliler kadar değerleri yok mu?…”
Necdet Buluz
Turkısh Forum.Turkıshnews
Çin’in Doğu Türkistan Bölgesinde yaşam mücadelesi veren Uygur Türklerinin yıllardır bölgede bir asimilasyonla karşı karşıya olduğu konusunda çok yazılıyor, uyarı yapılıyor. Ancak, bugüne kadar Uygur Türklerine özellikle Türkiye tarafından sahip çıkılmadığını da söylemeliyiz.
Bazı Uygurlar fırsat bulduklarında zulümden kaçmayı deniyor. Çin ise, Uygurları “terörist” olarak suçluyor. Yapılan araştırma ve açıklamalarda hava alanında bekletilen Uygur Türklerinin bugüne kadar hiçbir terör olayına karışmadığı da değerlendirildi.
Zaman zaman dünya kamuoyu Uygur Türklerinin içinde bulunduğu durum karşısında harekete geçmişler, ancak her nedense kendi yönetimlerini bu bölgeye yönlendirememişlerdir. Sorgulanması ve düşünülmesi gereken bir durum.
Çin zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan ve bu satırlar yazılıncaya kadar 17 gündür hava limanında bekletilen Uygur Türklerinin Türkiye’ye alınmaması tartışma konusu oldu.
Konu ile ilgili açıklama yapan İYİ Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu, “Soydaşlarımızın Suriyeliler kadar değeri yok mu? Devlet bakamıyorsa biz bakarız” açıklaması yaptı.
İYİ Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu, Çin zulmünden kaçarak önce Malezya’ya daha sonra Türkiye’ye sığınan ve 17 gündür Atatürk Hava limanında tutulan Uygur Türkleri hakkında açıklama yaptı.
Hükümete tepki gösteren Kavuncu, 4 milyon Suriyelinin rahat koşullarda Türkiye’de yaşamasına rağmen 11 Uygur Türk’ünün günlerdir hava limanında bekletildiğine dikkat çekti.
Kavuncu, hükümete çağrıda bulunarak “Yüce Türk Devleti’nin imkânları 11 soydaşımız için yeterli değil ise biz İYİ Parti olarak soydaşlarımızı evlerimizde misafir etmenin eğitim, sağlık, barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamaktan onur duyacağımızı bildiririz” ifadelerini kullandı.
Buğra Kavuncu’nun açıklamasındaki detaylara bakalım:
“Çin’deki insanlık dışı uygulamalardan kaçarak hayatlarını kurtarma telaşı ile önce Malezya’ya ardından anavatanları Türkiye’ye sığınan, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 11 Uygur Türk’ü 17 gündür Atatürk Havalimanı’nda akıbetleri belli olmadan giriş izni bekliyor. Soydaşlarımızın; ülkemizde hayatlarını devam ettiren, sayıları neredeyse 4 Milyona yaklaşan Suriyeli göçmenlerden, Afgan göçmenlerden ne farkı var? Soydaşlarımızın; ülkemizde yıllardır misafir olarak hayatlarını devam ettiren, her türlü eğitim, sağlık, ulaşım gibi giderleri kuruşuna kadar, ödediğimiz vergiler ile devletimiz tarafından karşılanan Suriyeli sığınmacılar kadar değeri yok mu? Ülkemizdeki Suriyeli sığınmacıların iade edildiğinde yaşayacakları akıbetten tedirgin olan ve endişe duyan iktidarın, bu 11 soydaşımızın Çin’e iade edildiği zaman uğrayacakları akıbet hakkında bilgisi var mıdır? İyi Parti olarak hükümet ve devlet yetkililerine sesleniyoruz; Emniyet Teşkilatı yetkililerinden aldığımız bilgilere göre soydaşlarımız herhangi bir terör olayına karışmamıştır ve herhangi bir terör grubuna mensup değillerdir. Soydaşlarımızın anavatanları Türkiye’de sığınmacı değil göçmen olarak karşılanması gerekmektedir. Soydaşlarımızın en az Suriyeli, Afgan sığınmacılar kadar anavatanlarında yaşama hakları vardır. Sayıları 4 milyona yaklaşan sığınmacılara eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma yardımlarında bulunan devletimizin “11 soydaşımız” için de aynı özveri ve hassasiyeti göstermesini istemekteyiz. Bu hususta Yüce Türk Devleti’nin imkânları 11 soydaşımız için yeterli değil ise biz İYİ Parti olarak soydaşlarımızı evlerimizde misafir etmenin eğitim, sağlık, barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamaktan onur duyacağımızı bildiririz. Türk devletinden ve hükümetinden bu mağduriyetin acilen giderilmesini ve soydaşlarımızın göz göre göre ölüme terk edilmemelerini talep ediyoruz.”
Özetleyelim:
Eğer, kapımıza kadar gelen Uygur Türkleri gerçekten terörist ise gereği kuşkusuz yapılmalıdır.
Yok, eğer, iddia edildiği gibi sadece sığınmacı konumunda ise, bu soydaşlarımızı kucaklayalım. Sahip çıkalım, barındıralım. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 11 Uygur Türkünün teröristlikle hiçbir ilgisinin olmadığı görülmüştür.
Hükümet olanların bu konuda daha duyarlı ve hızlı hareket etmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Cumhur ittifakının ortağı MHP’den bu konuda neden hiç ses çıkmıyor, bunu da merak ediyoruz? Hâlbuki MHP kadroları yıllardır Uygur Türklerinin içinde bulunduğu koşulları en çok gündeme taşıyanlar olmuştur. Çin Hükümetini “zalimlikle, soykırımcılıkla” suçlamışlardır. Bugün değişen ne oldu?
Çin ile olan ilişkilerimizi destekliyoruz. Bu ayrı bir konudur. Soydaşlarımıza sahip çıkmak, onları kucaklamak, içimizde barındırmak ise çok daha ayrı bir konu olarak değerlendirilmelidir.
İYİ Parti’yi Uygur Türklerine karşı olan ilgileri nedeni ile teşekkür ediyoruz. Bunun bizi yönetenlere ve diğer siyasi partilere de örnek olmasını diliyoruz.
necdetbuluz@gmail.com
www.facebook.com/necdet.buluz
Turkısh Forum.Turkıshnews
Çin’in Doğu Türkistan Bölgesinde yaşam mücadelesi veren Uygur Türklerinin yıllardır bölgede bir asimilasyonla karşı karşıya olduğu konusunda çok yazılıyor, uyarı yapılıyor. Ancak, bugüne kadar Uygur Türklerine özellikle Türkiye tarafından sahip çıkılmadığını da söylemeliyiz.
Bazı Uygurlar fırsat bulduklarında zulümden kaçmayı deniyor. Çin ise, Uygurları “terörist” olarak suçluyor. Yapılan araştırma ve açıklamalarda hava alanında bekletilen Uygur Türklerinin bugüne kadar hiçbir terör olayına karışmadığı da değerlendirildi.
Zaman zaman dünya kamuoyu Uygur Türklerinin içinde bulunduğu durum karşısında harekete geçmişler, ancak her nedense kendi yönetimlerini bu bölgeye yönlendirememişlerdir. Sorgulanması ve düşünülmesi gereken bir durum.
Çin zulmünden kaçarak Türkiye’ye sığınan ve bu satırlar yazılıncaya kadar 17 gündür hava limanında bekletilen Uygur Türklerinin Türkiye’ye alınmaması tartışma konusu oldu.
Konu ile ilgili açıklama yapan İYİ Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu, “Soydaşlarımızın Suriyeliler kadar değeri yok mu? Devlet bakamıyorsa biz bakarız” açıklaması yaptı.
İYİ Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu, Çin zulmünden kaçarak önce Malezya’ya daha sonra Türkiye’ye sığınan ve 17 gündür Atatürk Hava limanında tutulan Uygur Türkleri hakkında açıklama yaptı.
Hükümete tepki gösteren Kavuncu, 4 milyon Suriyelinin rahat koşullarda Türkiye’de yaşamasına rağmen 11 Uygur Türk’ünün günlerdir hava limanında bekletildiğine dikkat çekti.
Kavuncu, hükümete çağrıda bulunarak “Yüce Türk Devleti’nin imkânları 11 soydaşımız için yeterli değil ise biz İYİ Parti olarak soydaşlarımızı evlerimizde misafir etmenin eğitim, sağlık, barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamaktan onur duyacağımızı bildiririz” ifadelerini kullandı.
Buğra Kavuncu’nun açıklamasındaki detaylara bakalım:
“Çin’deki insanlık dışı uygulamalardan kaçarak hayatlarını kurtarma telaşı ile önce Malezya’ya ardından anavatanları Türkiye’ye sığınan, aralarında kadın ve çocukların da bulunduğu 11 Uygur Türk’ü 17 gündür Atatürk Havalimanı’nda akıbetleri belli olmadan giriş izni bekliyor. Soydaşlarımızın; ülkemizde hayatlarını devam ettiren, sayıları neredeyse 4 Milyona yaklaşan Suriyeli göçmenlerden, Afgan göçmenlerden ne farkı var? Soydaşlarımızın; ülkemizde yıllardır misafir olarak hayatlarını devam ettiren, her türlü eğitim, sağlık, ulaşım gibi giderleri kuruşuna kadar, ödediğimiz vergiler ile devletimiz tarafından karşılanan Suriyeli sığınmacılar kadar değeri yok mu? Ülkemizdeki Suriyeli sığınmacıların iade edildiğinde yaşayacakları akıbetten tedirgin olan ve endişe duyan iktidarın, bu 11 soydaşımızın Çin’e iade edildiği zaman uğrayacakları akıbet hakkında bilgisi var mıdır? İyi Parti olarak hükümet ve devlet yetkililerine sesleniyoruz; Emniyet Teşkilatı yetkililerinden aldığımız bilgilere göre soydaşlarımız herhangi bir terör olayına karışmamıştır ve herhangi bir terör grubuna mensup değillerdir. Soydaşlarımızın anavatanları Türkiye’de sığınmacı değil göçmen olarak karşılanması gerekmektedir. Soydaşlarımızın en az Suriyeli, Afgan sığınmacılar kadar anavatanlarında yaşama hakları vardır. Sayıları 4 milyona yaklaşan sığınmacılara eğitim, sağlık, ulaşım ve barınma yardımlarında bulunan devletimizin “11 soydaşımız” için de aynı özveri ve hassasiyeti göstermesini istemekteyiz. Bu hususta Yüce Türk Devleti’nin imkânları 11 soydaşımız için yeterli değil ise biz İYİ Parti olarak soydaşlarımızı evlerimizde misafir etmenin eğitim, sağlık, barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamaktan onur duyacağımızı bildiririz. Türk devletinden ve hükümetinden bu mağduriyetin acilen giderilmesini ve soydaşlarımızın göz göre göre ölüme terk edilmemelerini talep ediyoruz.”
Özetleyelim:
Eğer, kapımıza kadar gelen Uygur Türkleri gerçekten terörist ise gereği kuşkusuz yapılmalıdır.
Yok, eğer, iddia edildiği gibi sadece sığınmacı konumunda ise, bu soydaşlarımızı kucaklayalım. Sahip çıkalım, barındıralım. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 11 Uygur Türkünün teröristlikle hiçbir ilgisinin olmadığı görülmüştür.
Hükümet olanların bu konuda daha duyarlı ve hızlı hareket etmesi gerektiğini düşünüyoruz.
Cumhur ittifakının ortağı MHP’den bu konuda neden hiç ses çıkmıyor, bunu da merak ediyoruz? Hâlbuki MHP kadroları yıllardır Uygur Türklerinin içinde bulunduğu koşulları en çok gündeme taşıyanlar olmuştur. Çin Hükümetini “zalimlikle, soykırımcılıkla” suçlamışlardır. Bugün değişen ne oldu?
Çin ile olan ilişkilerimizi destekliyoruz. Bu ayrı bir konudur. Soydaşlarımıza sahip çıkmak, onları kucaklamak, içimizde barındırmak ise çok daha ayrı bir konu olarak değerlendirilmelidir.
İYİ Parti’yi Uygur Türklerine karşı olan ilgileri nedeni ile teşekkür ediyoruz. Bunun bizi yönetenlere ve diğer siyasi partilere de örnek olmasını diliyoruz.
necdetbuluz@gmail.com
www.facebook.com/necdet.buluz
29 Ekim 2018 Pazartesi
Cumhuriyet Bayramı "Arzu KÖK" Cumhuriyet Bayramı (Ankara, 29 Ekim 2018 - Pazartesi)
Cumhuriyet Bayramı
Arzu KÖK
Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Cumhuriyet kurulmuştu büyük bir coşkuyla… Düşmandan temizlenmiş bir vatan vardı elimizde ama yoksulluk diz boyu idi. Devlet çok yoksuldu.
Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Cumhuriyet kurulmuştu büyük bir coşkuyla… Düşmandan temizlenmiş bir vatan vardı elimizde ama yoksulluk diz boyu idi. Devlet çok yoksuldu.
Yol yok, liman yok, uçak yok... Bir tek tuğla fabrikası bile yok... En önemlisi bunları yapacak ne usta, ne mühendis, ne müteahhit, ne öğretmen, ne sanatçı, ne bilim insanı yok...
Köprü yıkıldığı zaman Belçika’dan mühendis gelirdi... Türk müteahhit tarafından yapılmış ilk Cumhuriyet binası, Ankara yakınındaki “Kayaş”istasyon binası...
Yapılan her yeni bir yapı, büyük bir heyecanla, bayram havasıyla ve törenlerle açılıyordu; herkes heyecanlı; ilk kez Türkler tarafından başarılmış bir iş olduğu için herkes gururlu idi...
İstanbul’un Sular İdaresi; Posta-Telefon İdaresi yabancıların elindeydi... Ulaşım sağlamak çok güçtü… Ancak yeni hükümetin Osmanlı gibi yabancılara satılmış, kiraya verilmiş kurumları yoktu…
Millet yoksul, fakat çalışkandı, azimliydi, milli heyecan vardı, bağımsız olmanın, vatandaş olmanın özlemini, sevincini sindiriyordu içine...
Padişaha “kul-tebaa” olmaktan kurtulmuştu, yurttaş olmuştu, yurtsever olmuştu... Millet olmuştu… Yunan Anadolu’dan kovulduktan sonra geride 10 bin civarında yakılmış-yıkılmış ev bıraktı... Bunların hepsini vatandaş kendisi yaptı, onardı...
Yunanın yakıp yıkmış olduğu 2000’den fazla cami bıraktı geride; bunları da Cumhuriyet idaresi sessiz-sedasız yeniden yaptı-onardı; siyasi malzeme yapmadan, istismar etmeden, din ticareti yapmadan, laikliğin erdemliliği içinde bunu yaptı...
Cumhuriyet döneminde kalkınma hızı %10, sanayileşme hızı %20, bunlar dünya rekoru işler...
Devletin en fakir döneminde dahi DDY millileştirildi; Osmanlı borçları ödendi...
Devletin tek kuruş dış borcu kalmadı...
Her yapılan eser Türklerindi, bunun anlamı şuydu; “Anadolu bizim yurdumuzdur” demekti... Bu toprağın sahibi “Türklerdir” demekti... “Biz bu yurdun sahibiyiz” demekti...
Tek kuruş dış borç almıyor Cumhuriyet idaresi, kredi tekliflerini reddediyor... Ne İMF’den ne Dünya Bankası’ndan ne de başka bir yerlerden kredi alınarak! Her şeyi kendisi üretiyor, dışa bağımlı değildi...
Şimdi ise, alınan dış borçlara ödenen haftalık faizle 80 okul, 80 hastane, 80 kültür merkezi birlikte yapılır...
Atatürk’ün aklı yok muydu ki yabancı sermayeyi getirsin de kullansın? Borç para alsın IMF’den, Dünya Bankasından ya da başka kaynaklardan?
Ülkenin milli bir ekonomisi, milli bir maliyesi yoksa o ülke bağımsız değildir. Bugün ne durumda olduğumuzu siz düşünün lütfen...
“Emret başkanım” deyip, kirli yalanları millete şırınga eden “uydu” kadroların egemenliğindeki bir ülke değildi...
Çağdaşlaşmak ana hedef idi…
Cumhuriyet çağdaşlaşma rejimi olarak algılanıyordu...
Çağdaşlaşmak mecburiyeti vardı; Atatürk bunu yaptı; çağdaşlaşarak Ortaçağı yendi! Yeniçağa doğru koştu…
Bugünlerde “yeni Osmanlılık” hikâyeleri kol geziyor. Ancak özenilen, Osmanlı’nın Kanuni dönemi değil, belki son batış dönemi gibi görünüyor…
Cumhuriyet ve Atatürk yok sayılıyor. Mesela kaç gündür andımız tartışmaları var. Gerekçeleri andımızdaki “Türk’üm, doğruyum” sözleri. Neymiş bu ülkede sadece Türk yokmuş. Eee birisi de çıkıp “Bu ülkede yaşayanlar Arap değil, peki neden ezan Arapça?” diye sorsa ezanı da Türkçe’ye çevirecekler mi yeniden? Bir defa unutulmamalıdır ki orada kastedilen milliyetçilik değil, Türk yurdudur, Türk yurdunun bir ferdi olmak demektir. Amaç ise çocuklarımıza vatan sevgisini aşılamaktır. Ancak şimdilerde çocuklarımızın vatan sevgisiyle dolu olması istenmiyor sanırım… Yazık…
Bir de şimdi; Cumhuriyet resepsiyonu tarihinde ilk kez İstanbul’a taşınıyor… Oysa Cumhuriyet Bayramı Ankara’da, Cumhuriyet’in kurulduğu yerde kutlanmalıdır. Bugüne kadar ki tüm devlet esaslarına da aykırıdır bildiğim kadarıyla. Bu kuralların çiğneniyor olması açıkçası aklıma kötü senaryolar getiriyor… Resepsiyonun İstanbul’da, 3. havaalanının açılışı gerekçe gösterilerek yapılması; Cumhuriyetin değil, havaalanını kutlamaların merkezi yapmak anlamına gelmiyor mu?
Düşünsenize 13 Ekim’de başkent oluşunun 95. yılını kutladığımız Ankara, bu yıl 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının dışında bırakılacak… Gerekçesi bile çok acı… Neymiş havaalanı açılacakmış… Peki o havaalanının adı ATATÜRK ya da CUMHURİYET olacak da o nedenle mi Cumhuriyet kutlamaları oraya taşındı? Açılan bu havaalanı ülke ekonomisini rahatlatacak, huzura kavuşturacak gelir mi getirecek? Sanmıyorum… Zira havaalanı inşaatında çalışan işçilere nasıl davranıldığını görmeyen, bilmeyen kalmadı. Tabii bir de kesilen ağaçlarımız, ciğerlerimiz var…
Bu ülkede gerçek anlamda gelir getiren fabrika ve kurumlarımız birer birer çıkarıldı elimizden. Ekonomi dibe vurdu. Şimdi de madenlerimizin satışta olduğu haberleri sardı ortalığı. Tüm bunlar olurken, üretime hiçbir katkısı olmayacak bir havaalanı için, devletin bugüne kadar ki tüm yapısı çiğneniyor.
Yoksa asıl neden Cumhuriyet düşmanlığı mı? Onu da anlamıyorum ki; bugün birileri o koltuklarda oturabiliyor, kurallarla oynayabiliyorsa bunu Atatürk ve kurduğu Cumhuriyet’e borçlular…
Ancak şunu kimse unutmasın ki Milli Bayramlarını layıkıyla kutlamayan toplumlar, bir gün dini bayramlarını kutlayacak bir vatan da bulamazlar…
Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın; bu ülke de Cumhuriyet de bizim Kutlu Olsun Cumhuriyet Bayramımız…
Arzu KÖK
1 yorum:
Ahmet Z. Özdemir, 27 Ekim 2018.23:43
Arı gibi çalışkan, bilgi dolu sevgili Arzu,
Vallahi o zamanlar öyleydi, devamında TEK PARTİ dönemi diyorlar insafsıazlar.Osmanlı'nın neden olduğu tüm olumsuzlukları, pislikleri hep tek parti üzerine yıkıyorlar. Oysa tek parti döneminde parti müfettişi A. Menderes de var,C. Bayar da var.Mersin'de SITKÎ Baba (Haydar Haydar Türküsünün sahibi)sempozyumunda sunumum vardı, yeni geldim. devamı olacaktı. Yüz ton selamlar!..Yanıtla
Köprü yıkıldığı zaman Belçika’dan mühendis gelirdi... Türk müteahhit tarafından yapılmış ilk Cumhuriyet binası, Ankara yakınındaki “Kayaş”istasyon binası...
Yapılan her yeni bir yapı, büyük bir heyecanla, bayram havasıyla ve törenlerle açılıyordu; herkes heyecanlı; ilk kez Türkler tarafından başarılmış bir iş olduğu için herkes gururlu idi...
İstanbul’un Sular İdaresi; Posta-Telefon İdaresi yabancıların elindeydi... Ulaşım sağlamak çok güçtü… Ancak yeni hükümetin Osmanlı gibi yabancılara satılmış, kiraya verilmiş kurumları yoktu…
Millet yoksul, fakat çalışkandı, azimliydi, milli heyecan vardı, bağımsız olmanın, vatandaş olmanın özlemini, sevincini sindiriyordu içine...
Padişaha “kul-tebaa” olmaktan kurtulmuştu, yurttaş olmuştu, yurtsever olmuştu... Millet olmuştu… Yunan Anadolu’dan kovulduktan sonra geride 10 bin civarında yakılmış-yıkılmış ev bıraktı... Bunların hepsini vatandaş kendisi yaptı, onardı...
Yunanın yakıp yıkmış olduğu 2000’den fazla cami bıraktı geride; bunları da Cumhuriyet idaresi sessiz-sedasız yeniden yaptı-onardı; siyasi malzeme yapmadan, istismar etmeden, din ticareti yapmadan, laikliğin erdemliliği içinde bunu yaptı...
Cumhuriyet döneminde kalkınma hızı %10, sanayileşme hızı %20, bunlar dünya rekoru işler...
Devletin en fakir döneminde dahi DDY millileştirildi; Osmanlı borçları ödendi...
Devletin tek kuruş dış borcu kalmadı...
Her yapılan eser Türklerindi, bunun anlamı şuydu; “Anadolu bizim yurdumuzdur” demekti... Bu toprağın sahibi “Türklerdir” demekti... “Biz bu yurdun sahibiyiz” demekti...
Tek kuruş dış borç almıyor Cumhuriyet idaresi, kredi tekliflerini reddediyor... Ne İMF’den ne Dünya Bankası’ndan ne de başka bir yerlerden kredi alınarak! Her şeyi kendisi üretiyor, dışa bağımlı değildi...
Şimdi ise, alınan dış borçlara ödenen haftalık faizle 80 okul, 80 hastane, 80 kültür merkezi birlikte yapılır...
Atatürk’ün aklı yok muydu ki yabancı sermayeyi getirsin de kullansın? Borç para alsın IMF’den, Dünya Bankasından ya da başka kaynaklardan?
Ülkenin milli bir ekonomisi, milli bir maliyesi yoksa o ülke bağımsız değildir. Bugün ne durumda olduğumuzu siz düşünün lütfen...
“Emret başkanım” deyip, kirli yalanları millete şırınga eden “uydu” kadroların egemenliğindeki bir ülke değildi...
Çağdaşlaşmak ana hedef idi…
Cumhuriyet çağdaşlaşma rejimi olarak algılanıyordu...
Çağdaşlaşmak mecburiyeti vardı; Atatürk bunu yaptı; çağdaşlaşarak Ortaçağı yendi! Yeniçağa doğru koştu…
Bugünlerde “yeni Osmanlılık” hikâyeleri kol geziyor. Ancak özenilen, Osmanlı’nın Kanuni dönemi değil, belki son batış dönemi gibi görünüyor…
Cumhuriyet ve Atatürk yok sayılıyor. Mesela kaç gündür andımız tartışmaları var. Gerekçeleri andımızdaki “Türk’üm, doğruyum” sözleri. Neymiş bu ülkede sadece Türk yokmuş. Eee birisi de çıkıp “Bu ülkede yaşayanlar Arap değil, peki neden ezan Arapça?” diye sorsa ezanı da Türkçe’ye çevirecekler mi yeniden? Bir defa unutulmamalıdır ki orada kastedilen milliyetçilik değil, Türk yurdudur, Türk yurdunun bir ferdi olmak demektir. Amaç ise çocuklarımıza vatan sevgisini aşılamaktır. Ancak şimdilerde çocuklarımızın vatan sevgisiyle dolu olması istenmiyor sanırım… Yazık…
Bir de şimdi; Cumhuriyet resepsiyonu tarihinde ilk kez İstanbul’a taşınıyor… Oysa Cumhuriyet Bayramı Ankara’da, Cumhuriyet’in kurulduğu yerde kutlanmalıdır. Bugüne kadar ki tüm devlet esaslarına da aykırıdır bildiğim kadarıyla. Bu kuralların çiğneniyor olması açıkçası aklıma kötü senaryolar getiriyor… Resepsiyonun İstanbul’da, 3. havaalanının açılışı gerekçe gösterilerek yapılması; Cumhuriyetin değil, havaalanını kutlamaların merkezi yapmak anlamına gelmiyor mu?
Düşünsenize 13 Ekim’de başkent oluşunun 95. yılını kutladığımız Ankara, bu yıl 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının dışında bırakılacak… Gerekçesi bile çok acı… Neymiş havaalanı açılacakmış… Peki o havaalanının adı ATATÜRK ya da CUMHURİYET olacak da o nedenle mi Cumhuriyet kutlamaları oraya taşındı? Açılan bu havaalanı ülke ekonomisini rahatlatacak, huzura kavuşturacak gelir mi getirecek? Sanmıyorum… Zira havaalanı inşaatında çalışan işçilere nasıl davranıldığını görmeyen, bilmeyen kalmadı. Tabii bir de kesilen ağaçlarımız, ciğerlerimiz var…
Bu ülkede gerçek anlamda gelir getiren fabrika ve kurumlarımız birer birer çıkarıldı elimizden. Ekonomi dibe vurdu. Şimdi de madenlerimizin satışta olduğu haberleri sardı ortalığı. Tüm bunlar olurken, üretime hiçbir katkısı olmayacak bir havaalanı için, devletin bugüne kadar ki tüm yapısı çiğneniyor.
Yoksa asıl neden Cumhuriyet düşmanlığı mı? Onu da anlamıyorum ki; bugün birileri o koltuklarda oturabiliyor, kurallarla oynayabiliyorsa bunu Atatürk ve kurduğu Cumhuriyet’e borçlular…
Ancak şunu kimse unutmasın ki Milli Bayramlarını layıkıyla kutlamayan toplumlar, bir gün dini bayramlarını kutlayacak bir vatan da bulamazlar…
Kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın; bu ülke de Cumhuriyet de bizim Kutlu Olsun Cumhuriyet Bayramımız…
Arzu KÖK
1 yorum:
Ahmet Z. Özdemir, 27 Ekim 2018.23:43
Arı gibi çalışkan, bilgi dolu sevgili Arzu,
Vallahi o zamanlar öyleydi, devamında TEK PARTİ dönemi diyorlar insafsıazlar.Osmanlı'nın neden olduğu tüm olumsuzlukları, pislikleri hep tek parti üzerine yıkıyorlar. Oysa tek parti döneminde parti müfettişi A. Menderes de var,C. Bayar da var.Mersin'de SITKÎ Baba (Haydar Haydar Türküsünün sahibi)sempozyumunda sunumum vardı, yeni geldim. devamı olacaktı. Yüz ton selamlar!..Yanıtla
25 Ekim 2018 Perşembe
İstiklal Marşı yarışmasını kim açtı? "Hikmet Altınkaynak" (25 Ekim 2018-Perşembe Cumhuriyet Gazetesi) -İstiklal Marşı, yurdumuzu işgal eden emperyalist devletlere karşı ulusça direncin, umudun, özgüvenin ve utkunun coşkulu bir refleksidir. Türkiye’de yaşayan herkesin marşıdır.
İstiklal Marşı yarışmasını kim açtı
Hikmet Altınkaynak
25 Ekim 2018-Perşembe
Cumhuriyet Gazetesi
İstiklal Marşı, yurdumuzu işgal eden emperyalist devletlere karşı ulusça direncin, umudun, özgüvenin ve utkunun coşkulu bir refleksidir. Türkiye’de yaşayan herkesin marşıdır.
Güfteyi, Mehmet Akif yazmış, Osman Zeki Üngör bestelemiştir. Bunu herkes bilir. Ama marş yarışmasının açılması, güftenin yazılma süreci pek bilinmez. Cumhuriyet Haftası’nda anlatmak iyi olur diye düşündüm.
Anadolu’da Milli Mücadele başlamıştır. 1920’li yılların başında Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisi (Genelkurmay Başkanı) olan İnönü, Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Rıza Nur’u, Orta Tedrisat Müdürü Kâzım Nami Duru’yu makamlarında ziyaret eder, “ulusal coşkuyu koruyacak”, “milli mücadelenin ruhunu taşıyacak”, “halkın moral değerlerini canlı tutacak”, “Fransız milli marşı olan Marseyyez (La Marseillaise) gibi bir marşa gereksinimimiz var” der. Ordu olarak bir yarışma açtıklarını, güfte için 500, beste için 1000 lira para ödülü vereceklerini, yarışmanın önemini anlatır, bunun duyurulmasını ister.
Dönemin şair ve edebiyatçısı sayılan herkes yarışmaya katılır. 724 şiir gelir. Çok güzel olanlar da vardır, bir türlü karar verilemez. Bakan değişir ve yeni Bakan Hamdullah Suphi (Tanrıöver), bu şiirler arasında marş olabilecek bir güfte bulunmadığı ortaya çıkınca, Mehmet Akif’in yazabileceğini düşünür.
Bir gün Balıkesir Milletvekili Hasan Basri (Çantay) ile karşılaşır. Ondan arkadaşı Mehmet Akif’e rica ederse, bu güfteyi yazabileceğini söylemesini ister. Hasan Basri “para olduğu için yazmıyor, paranın yarışma dışında olduğunu belirten bir yazı yazarsanız, o zaman yazar” diyerek Bakanın yazı yazmasını önerir. O da yazar ama yolda düşüncesini değiştirir, yazıyı vermez. Güfte için para ödülünün kalktığını söyler, “Ben yazıyorum, sen de yazmalısın, 48 saatten az bir zaman kaldı” diyerek, onu yazmaya özendirir.
Mehmet Akif aslında marşı kafasında yazmıştır, masaya oturur yazıya döker, kendine yazılan yazıyı öğrenmeden de yarışmaya katılır ve kazanır.
İstiklal Marşı, Meclis’te birkaç kez okunur, ayakta, dakikalarca alkışlanır. Akif, ‘mükâfat’ın kalkmadığını öğrenince, parayı kabul etmez, Kızılay’a bağışlar.
O Mehmet Akif ki, Milli Mücadelenin içindedir, Mustafa Kemal’in BurdurMilletvekili’dir.
Onun için “Allah benim ömründen alsın, ona versin” diyecek kadar Atatürk’ü seven bir insandır.
O İsmet İnönü ki, Milli Mücadele kahramanıdır. Mustafa Kemal’in en güvendiği silah arkadaşlarındandır. Onun başbakanı, daha sonra ondan cumhurbaşkanlığını devralan Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı, demokrasi için iktidarı yitirmeyi göze alan, cesur, namuslu bir siyaset adamı ve İstiklal Marşı yarışmasını açan, yazılmasını sağlayan bir yol açıcıdır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 95. yıldönümünü gururla kutluyoruz. Ama Cumhuriyet, Cumhuriyetin kalbi Ankara’da kutlanmıyor! Neden? Sabah akşam Cumhuriyeti kuranlarla uğraşılıyor. İkide bir İnönü hakkında yanlış algı yaratılmaya çalışılıyor. Neden?
Cumhuriyeti, kurucuları Atatürk’ü, İnönü’yü doğru anlamak ve anlatmakvarken, kimileri neden zorla hep yanlış anlar ve anlatırlar? Neden korkuyorlar? Oysa Mehmet Akif “Korkma” diyor! Neden gönülden gelen bir sevgiyle onların adını dile getirmiyorlar? Düşmandan kurtarılan ülkenin, ulusun, kazanılan umudun, utkunun, direncin, İstiklal Marşı’nın hiç mi değeri yok!
Cumhuriyet Bayramımızı yürekten kutluyorum!
20 Ekim 2018 Cumartesi
ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE PARTİSİ: CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR HAREKETİ “AÇILIM, TANITIM, GEREKÇE/SEBEPLER, İLKELER VE HEDEFLER” (Olaylara TERCÜMAN)
CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR HAREKETİ “AÇILIM, TANITIM, GEREKÇE/SEBEPLER, İLKELER VE HEDEFLER”
Cumhuriyetçi Demokrat Parti, halkın mutluluk, zenginlik, güvenlik, hürriyet ve refahı için; Devlet idaresinde millet iradesini hâkim kılmayı; Ulus Devletin özgürlük, bağımsızlık, hukuk ve hükümranlığını Misak-ı Milli Sınırları dahilinde temin ve tesis ederek; Kadim gelenek ile müstakbel gelecek arasında sağlam/sarsılmaz köprüler kurmayı amaçlar. Namuslu, dürüst ve demokrat; İlkeli, onurlu ve sorumlu; İktisadi, siyasi, sosyal, tarihi, bilimsel ve kültürel referansları, misyon anlamı ve siyasi dava bağlamında; Atatürkçü bir halk hareketidir. (Güncelleme: Tarih: 07-08-2018 08:43)
TANIM (BİZ KİMİZ)
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Cumhuriyetçi Demokrat Parti, halkın mutluluk, zenginlik, güvenlik, hürriyet ve refahı için; Devlet idaresinde millet iradesini hâkim kılmayı; Ulus Devletin özgürlük, bağımsızlık, hukuk ve hükümranlığını Misak-ı Milli Sınırları dahilinde temin ve tesis ederek; Kadim gelenek ile müstakbel gelecek arasında sağlam/sarsılmaz köprüler kurmayı amaçlar. Namuslu, dürüst ve demokrat; İlkeli, onurlu ve sorumlu; İktisadi, siyasi, sosyal, tarihi, bilimsel ve kültürel referansları, misyon anlamı ve siyasi dava bağlamında; Atatürkçü bir halk hareketidir.
Cumhuriyetçi Demokrat Hareket; 09 Eylül 1923 tarihinde Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Celâl Bayar, Prof. Fuad Köprülü, İsmet İnönü ve Refik Saydam tarafından kurulan Halk Fırkası’nın 10 Kasım 1938’e kadar olan bölümüne karşılık gelen dava, manâ ve misyon süreci ile;
7 Ocak 1946’da Celal Bayar, Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan tarafından; Mustafa Kemal Atatürk’ün (8 Kasım 1937 günü TBMM’de Hükümet Programını açıklayan) Başbakan Celâl Bayar’a hitaben: “Millete yepyeni bir program bildirdiniz. Bu program benim millete söz verdiğim programdır. Celâl Bayar ve arkadaşları benim millete söz verdiklerimi yapacaklarını bana ve millete taahhüt ettiler. Ben, milletle birlikte Celâl Bayar ve arkadaşlarının programının nokta nokta uygulandığını izleyeceğim. Daha iyi açıklayayım: Ben Türkiye Cumhurbaşkanı Atatürk ve Türk milleti, Başbakan Celâl Bayar’ın ve onun hükümetinin programını izliyor ve fiilî sonucunu görmek istiyoruz”. (Ayın Tarihi; 1937, Sayı: 48, s.63) hitabına mazhar ve muhatap olarak kurulan tarihi ve kadim Demokrat Parti’nin (07 Ocak 1946 – 27 Mayıs 1960) bileşkesi ileri, çağdaş, modern ve güncel sentezidir.
ÖNEMLİ NOT: Toplam 12 bölümden ibaret olan bu metin "Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi" nin "Açılım, tanıtım, oluşumuna ilişkin gerekçeler ve teşebbüsün sebepleri ile ilkeleri ve hedefleri" konusunda hazırlanmış bir proje, tasavvur ve tasarımdır. Şu kadar ki; Bu tasavvur, plân-proje ve tasarımların kaynağı ve dayanağı; Başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Yerleşik Hukuku, Kanunları ve cari mevzuatı olmak üzere "özellikle"1923-1933 (1938) dönemi Halk Fırkası (Halk Partisi/Cumhuriyet Halk Partisi) ile 1946-1960 döneminde faaliyet göstermiş DEMOKRAT PARTİ'nin siyaseti, dava, misyon ve uygulamaları; Yani: Cumhuriyetçi Demokrat Hareketin referansı, özü, öznesi ve sentezi: Tarihi ve kadim CHP ve DP olup; Esas itibarıyla bu partilerin şahsında "bizzat" Mustafa Kemal ATATÜRK'ün kendisi, O'nun ilkeleri, emaneti, vasiyeti ve Türk İnkılâbı'dır.
Etiketler: CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR HAREKETİ-AÇILIM, gerekçe/sebepler, İLKELER VE HEDEFLER-TANIM-BİZ KİMİZ-Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN-Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi, TANITIM & Kaynak: [Turkish Forum - E Turkiyeyiz Biz] ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE PARTİSİ
Cumhuriyetçi Demokrat Parti, halkın mutluluk, zenginlik, güvenlik, hürriyet ve refahı için; Devlet idaresinde millet iradesini hâkim kılmayı; Ulus Devletin özgürlük, bağımsızlık, hukuk ve hükümranlığını Misak-ı Milli Sınırları dahilinde temin ve tesis ederek; Kadim gelenek ile müstakbel gelecek arasında sağlam/sarsılmaz köprüler kurmayı amaçlar. Namuslu, dürüst ve demokrat; İlkeli, onurlu ve sorumlu; İktisadi, siyasi, sosyal, tarihi, bilimsel ve kültürel referansları, misyon anlamı ve siyasi dava bağlamında; Atatürkçü bir halk hareketidir. (Güncelleme: Tarih: 07-08-2018 08:43)
TANIM (BİZ KİMİZ)
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Cumhuriyetçi Demokrat Parti, halkın mutluluk, zenginlik, güvenlik, hürriyet ve refahı için; Devlet idaresinde millet iradesini hâkim kılmayı; Ulus Devletin özgürlük, bağımsızlık, hukuk ve hükümranlığını Misak-ı Milli Sınırları dahilinde temin ve tesis ederek; Kadim gelenek ile müstakbel gelecek arasında sağlam/sarsılmaz köprüler kurmayı amaçlar. Namuslu, dürüst ve demokrat; İlkeli, onurlu ve sorumlu; İktisadi, siyasi, sosyal, tarihi, bilimsel ve kültürel referansları, misyon anlamı ve siyasi dava bağlamında; Atatürkçü bir halk hareketidir.
Cumhuriyetçi Demokrat Hareket; 09 Eylül 1923 tarihinde Mustafa Kemal Paşa (Atatürk), Celâl Bayar, Prof. Fuad Köprülü, İsmet İnönü ve Refik Saydam tarafından kurulan Halk Fırkası’nın 10 Kasım 1938’e kadar olan bölümüne karşılık gelen dava, manâ ve misyon süreci ile;
7 Ocak 1946’da Celal Bayar, Fuat Köprülü, Adnan Menderes ve Refik Koraltan tarafından; Mustafa Kemal Atatürk’ün (8 Kasım 1937 günü TBMM’de Hükümet Programını açıklayan) Başbakan Celâl Bayar’a hitaben: “Millete yepyeni bir program bildirdiniz. Bu program benim millete söz verdiğim programdır. Celâl Bayar ve arkadaşları benim millete söz verdiklerimi yapacaklarını bana ve millete taahhüt ettiler. Ben, milletle birlikte Celâl Bayar ve arkadaşlarının programının nokta nokta uygulandığını izleyeceğim. Daha iyi açıklayayım: Ben Türkiye Cumhurbaşkanı Atatürk ve Türk milleti, Başbakan Celâl Bayar’ın ve onun hükümetinin programını izliyor ve fiilî sonucunu görmek istiyoruz”. (Ayın Tarihi; 1937, Sayı: 48, s.63) hitabına mazhar ve muhatap olarak kurulan tarihi ve kadim Demokrat Parti’nin (07 Ocak 1946 – 27 Mayıs 1960) bileşkesi ileri, çağdaş, modern ve güncel sentezidir.
ÖNEMLİ NOT: Toplam 12 bölümden ibaret olan bu metin "Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi" nin "Açılım, tanıtım, oluşumuna ilişkin gerekçeler ve teşebbüsün sebepleri ile ilkeleri ve hedefleri" konusunda hazırlanmış bir proje, tasavvur ve tasarımdır. Şu kadar ki; Bu tasavvur, plân-proje ve tasarımların kaynağı ve dayanağı; Başta Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, Yerleşik Hukuku, Kanunları ve cari mevzuatı olmak üzere "özellikle"1923-1933 (1938) dönemi Halk Fırkası (Halk Partisi/Cumhuriyet Halk Partisi) ile 1946-1960 döneminde faaliyet göstermiş DEMOKRAT PARTİ'nin siyaseti, dava, misyon ve uygulamaları; Yani: Cumhuriyetçi Demokrat Hareketin referansı, özü, öznesi ve sentezi: Tarihi ve kadim CHP ve DP olup; Esas itibarıyla bu partilerin şahsında "bizzat" Mustafa Kemal ATATÜRK'ün kendisi, O'nun ilkeleri, emaneti, vasiyeti ve Türk İnkılâbı'dır.
Etiketler: CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR HAREKETİ-AÇILIM, gerekçe/sebepler, İLKELER VE HEDEFLER-TANIM-BİZ KİMİZ-Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN-Cumhuriyetçi Demokratlar Hareketi, TANITIM & Kaynak: [Turkish Forum - E Turkiyeyiz Biz] ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE PARTİSİ
17 Ekim 2018 Çarşamba
HABER.Makale/HABER.Yorum: TÜRKİYE İŞ BANKASI-Eğitimci.Araştırmacı,Şair ve Yazar ARZU KÖK
Türkiye İş Bankası!...
Arzu KÖK
Türkiye İş Bankası!...
Erdoğan, “CHP, Atatürk’ü suistimal ederek İş Bankası hisselerinin %28’inin sahibi durumunda” diyerek, Hazine’nin bu hisselere el koyması gerektiğini ifade ediyor. İş Bankası’ndaki hisseleri daha önce de Kenan Evren istemişti. Ancak bu konuda yargının vasiyet kararı var. Atatürk, vasiyetinde İş Bankası hisselerinin CHP tarafından yönetilmesini söylemiş. Herkes bilir ki vasiyet özel özel hukuktur. Genel hukuk kuralları aşamaz.
Vasiyete karşı kanun çıkartılamaz. Ola ki böyle bir kanun ile özel mülkiyete, özel vasiyete, özel mirasa el koymaya kalkılacak, bu durumda çok önemli bir yol da açmış olunur. Zira hemen yarın, ilk fırsatta sizin, çocuklarınızın, yakınlarınızın ve yandaşlarınızın da mal varlığına, mirasına ve vasiyetine yeni gelenler tarafından el konulacaktır. Öyle ya bu yol açılmış olacak. Atatürk’ün mirasına göz dikenlerin dediği gibi “Her şeyde bir hayır vardır!” Ne diyelim…
Atatürk hisselerinin “mülkiyet ve temsilinin vasiyet, yasalar ve yargı çerçevesinde Türkiye İş Bankası tüzel kişiliğinden bağımsız olarak belirlendiğine” dikkat çeken banka yönetimi, bu hisselerden doğan kazancın, Atatürk’ün vasiyetinde belirtildiği üzere, doğrudan Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’na aktarıldığını anımsattı. Zaten hisselerin %31,79’unun halka açık, çoğunluk niteliğindeki %40,12’sinin ise Türkiye İş Bankası Mensupları Munzam Sandık Vakfı’na, yani banka çalışan ve emeklilerine, %28,09 oranındaki Atatürk’e ait hisseler. Hisseleri temsil yetkisi vasiyetle CHP’ye verilmiştir. Ancak buradan CHP’nin hiçbir kazancı yoktur. Zira buradan gelen para, Türk Dil Kurumu’na ve Türk Tarih Kurumu’na gidiyor. Hem zaten Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nu yine Atatürk’ün vasiyeti çiğnenerek devletleştirilmişti. Bu durumda İş Bankası’ndan gelen kazanç bu kurumlar devletleştiğine göre zaten yine devlete gitmiyor mu? Şimdi bu söylemlerin, mirasa göz koymanın anlamını çözebilen var mı?
Atatürk bankayı kurarken, “girişimcilere kredi vererek ve gerekirse doğrudan kurucu olarak ulusal sanayinin oluşmasına öncülük etmesini” özellikle belirtmiştir. Bu buyruk doğrultusunda çalışılması nedeniyle cam sektöründen sigortacılığa, gayrimenkulden demir çeliğe ve lastikten tekstile kadar Türkiye’nin lokomotifi olan birçok sektörde, İş Bankası iştirakleri önde gelir. Bu anlamda İş Bankası bankacılık alanında Türkiye’nin en büyük bankası olmasının ötesinde, birçok büyük şirketin ortağı olarak, aynı zamanda Türkiye’nin en büyük holdingidir.
Türkiye İş Bankası!...
Erdoğan, “CHP, Atatürk’ü suistimal ederek İş Bankası hisselerinin %28’inin sahibi durumunda” diyerek, Hazine’nin bu hisselere el koyması gerektiğini ifade ediyor. İş Bankası’ndaki hisseleri daha önce de Kenan Evren istemişti. Ancak bu konuda yargının vasiyet kararı var. Atatürk, vasiyetinde İş Bankası hisselerinin CHP tarafından yönetilmesini söylemiş. Herkes bilir ki vasiyet özel özel hukuktur. Genel hukuk kuralları aşamaz.
Vasiyete karşı kanun çıkartılamaz. Ola ki böyle bir kanun ile özel mülkiyete, özel vasiyete, özel mirasa el koymaya kalkılacak, bu durumda çok önemli bir yol da açmış olunur. Zira hemen yarın, ilk fırsatta sizin, çocuklarınızın, yakınlarınızın ve yandaşlarınızın da mal varlığına, mirasına ve vasiyetine yeni gelenler tarafından el konulacaktır. Öyle ya bu yol açılmış olacak. Atatürk’ün mirasına göz dikenlerin dediği gibi “Her şeyde bir hayır vardır!” Ne diyelim…
Atatürk hisselerinin “mülkiyet ve temsilinin vasiyet, yasalar ve yargı çerçevesinde Türkiye İş Bankası tüzel kişiliğinden bağımsız olarak belirlendiğine” dikkat çeken banka yönetimi, bu hisselerden doğan kazancın, Atatürk’ün vasiyetinde belirtildiği üzere, doğrudan Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’na aktarıldığını anımsattı. Zaten hisselerin %31,79’unun halka açık, çoğunluk niteliğindeki %40,12’sinin ise Türkiye İş Bankası Mensupları Munzam Sandık Vakfı’na, yani banka çalışan ve emeklilerine, %28,09 oranındaki Atatürk’e ait hisseler. Hisseleri temsil yetkisi vasiyetle CHP’ye verilmiştir. Ancak buradan CHP’nin hiçbir kazancı yoktur. Zira buradan gelen para, Türk Dil Kurumu’na ve Türk Tarih Kurumu’na gidiyor. Hem zaten Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu’nu yine Atatürk’ün vasiyeti çiğnenerek devletleştirilmişti. Bu durumda İş Bankası’ndan gelen kazanç bu kurumlar devletleştiğine göre zaten yine devlete gitmiyor mu? Şimdi bu söylemlerin, mirasa göz koymanın anlamını çözebilen var mı?
Atatürk bankayı kurarken, “girişimcilere kredi vererek ve gerekirse doğrudan kurucu olarak ulusal sanayinin oluşmasına öncülük etmesini” özellikle belirtmiştir. Bu buyruk doğrultusunda çalışılması nedeniyle cam sektöründen sigortacılığa, gayrimenkulden demir çeliğe ve lastikten tekstile kadar Türkiye’nin lokomotifi olan birçok sektörde, İş Bankası iştirakleri önde gelir. Bu anlamda İş Bankası bankacılık alanında Türkiye’nin en büyük bankası olmasının ötesinde, birçok büyük şirketin ortağı olarak, aynı zamanda Türkiye’nin en büyük holdingidir.
“Finans sektörünün yanı sıra Türkiye’de sanayinin gelişmesine de büyük katkılar sağlayan Bankamız, kurulduğu günden bu yana 294 şirkete iştirak etmiş ve zaman içerisinde 271 şirketteki ortaklığını devretmiştir. Aralık 2017 itibariyle finans, cam, telekomünikasyon ile sanayi ve hizmet ana gruplarında faaliyet gösteren 23 şirkette doğrudan ortaklığı bulunurken, dolaylı olarak kontrol ettiği şirket sayısı 95'dir.” diye yazıyor İş Bankası’nın resmi internet sitesinde. İsteyenler siteye girip detayları inceleyebilir rahatlıkla.
2015 yılı Haziran ayında yapılan bir törende konuşan Borsa İstanbul Genel Müdürü Tuncay Dinç, “İş Bankası ve halka açık iştirakleri olan 15 şirketin toplam piyasa değerinin 12 Haziran itibariyle 17 milyar dolara ulaşmış olduğunu” bildirmiş ve "halka açık şirketlerimizin toplam değerinin 223 milyar dolar seviyesinde olduğu düşünüldüğünde, İş Bankası Grubu'nun piyasamız açısından önemi daha iyi anlaşılacaktır” demiştir.
Halka açık 15 şirketin 2015’deki piyasa değeri 17 milyar olduğuna göre, geride kalan 103 şirketi de (ki bunların arasında Paşabahçe Cam, Çayırova Cam, Trakya İplik ve Türk Pirelli gibi büyük şirketler var) göz önüne alırsak pastanın büyüklüğü anlaşılır.
Durum böyle olunca insanın aklına Atatürk’ün mirasına göz koymanın asıl amacının bu pasta mı olduğu geliyor. Zira ekonomi kötü, satılacak fabrikalarımız, hatta arazimiz bile kalmadı. Altı ay sonra da seçim var. Acaba bu pastadakileri satma düşüncesi mi hasıl oldu diye düşünmeden edemiyor insan. Zira göz konulan şey bir miras…
Atatürk’ün mirasına dokunmayın!...
2015 yılı Haziran ayında yapılan bir törende konuşan Borsa İstanbul Genel Müdürü Tuncay Dinç, “İş Bankası ve halka açık iştirakleri olan 15 şirketin toplam piyasa değerinin 12 Haziran itibariyle 17 milyar dolara ulaşmış olduğunu” bildirmiş ve "halka açık şirketlerimizin toplam değerinin 223 milyar dolar seviyesinde olduğu düşünüldüğünde, İş Bankası Grubu'nun piyasamız açısından önemi daha iyi anlaşılacaktır” demiştir.
Halka açık 15 şirketin 2015’deki piyasa değeri 17 milyar olduğuna göre, geride kalan 103 şirketi de (ki bunların arasında Paşabahçe Cam, Çayırova Cam, Trakya İplik ve Türk Pirelli gibi büyük şirketler var) göz önüne alırsak pastanın büyüklüğü anlaşılır.
Durum böyle olunca insanın aklına Atatürk’ün mirasına göz koymanın asıl amacının bu pasta mı olduğu geliyor. Zira ekonomi kötü, satılacak fabrikalarımız, hatta arazimiz bile kalmadı. Altı ay sonra da seçim var. Acaba bu pastadakileri satma düşüncesi mi hasıl oldu diye düşünmeden edemiyor insan. Zira göz konulan şey bir miras…
Atatürk’ün mirasına dokunmayın!...
Zira yarın iktidara gelen birileri de sizin ve çocuklarınızın mirasına dokunur!...
13 Ekim 2018 Cumartesi
Afganistanlı Farkhunda, 27 yaşında bir Afgan kadınıydı. Öğretmen olacaktı. Ama olamadı. Fanatik, cahil ve güdümlü din tüccarları tarafından linç edildi!.. Şeriatla Gaza Getirilen Cahil Kişiler Suçlu Suçsuz Ayırmaz - Türkiye'mizde de İslâm Dinimizi Anlamayan O Kadar Çok Kukla Var ki!.. Kaya Alp Buyukataman & TC BEKİR CAN
Şeriatı İstismar Ederek Gaza Getirilen Cahiller Suçlu Suçsuz Ayırmaz-Türkiye'mizde de İslâm Dinimizi Anlamayan O Kadar Çok Kukla Var ki!..
Kaya Alp Buyukataman (12.10.2018)
TC BEKİR AYAN
Afganistanlı Farkhunda, 27 yaşında bir Afgan kadınıydı. Öğretmen olacaktı.
TC BEKİR AYAN
Afganistanlı Farkhunda, 27 yaşında bir Afgan kadınıydı. Öğretmen olacaktı.
19 Mart 2015 tarihinde bir caminin önünde muska satan bir molla ile tartışmasının bedelini bir grup öfkeli erkek tarafından linç edilerek ödedi. Taşlar ve sopalarla feci şekilde dövüldü, yerlerde sürüklendi, bir çatıdan aşağı atıldı, arabayla çiğnendi ve benzinle yakılarak can verdi!
Üstelik o insansıların arasında bütün bu vahşetin her saniyesini videoya çekenler vardı, ibreti âlem için bütün dünya görsün ve korksun diye. İslam’a yönelik her eleştirinin yakıp kavurucu bir öfke ile karşılık bulacağını, buna cüret edenlerin sonunun ne olacağını herkes bilsin diye…
Yüreği yetenler Youtube’dan aynen izleyebilir..
Peki, ne yapmıştı Farkhunda?
O, bir molladan kötülükleri kovmak için muska satın alan kadınları bunlara para vermeyin, bunların İslam’da yeri yoktur diye uyarmıştı sadece. Çocuğu olmayan, hastalıklarından kurtulmak isteyen zavallı insanların kâğıt parçalarından medet ummasını doğru bulmuyordu. Bunu gidip o caminin önünde o din satıcısıyla tartışma cesaretini göstermişti Farkhunda. Bedelini canıyla ödeyeceği o karşı duruşu sergilemişti.
Kesesini doldurmak için küçük kâğıt parçalarına dua yazıp insanlara hap gibi din satan o mollanın bir kadının cüreti karşısında afallayıp “Kuran yaktı bu kadın” iftirasıyla ortalığı velveleye vereceğini ve bunun sonucunda oraya toplanan bir grup hayvansı tarafından vahşice linç edileceğini bilebilir miydi? “Ben bir Müslüman’ım ve Müslümanlar Kuran yakmaz” diye feryat etti ama dinletemedi. Vahşeti durdurmak için çevredeki polislerden yardım isteyen birkaç doğru düzgün insanın aldığı cevap ise, boş verin bu da İslam düşmanlarında ibret olsun şeklindeydi. O öldürülürken, bedeni paramparça edilirken öylece bekledi polisler.
Sonra babasını aradılar. Gel, kızın bir ‘günah’ işledi al götür dediler. Öyle ya, bir din satıcısın sahtekârlığını yüzüne vurmaktan daha büyük bir ‘günah’ olabilir miydi? Hakkında bir sürü palavra uydurdular. Akli dengesi bozuk bir kadın Kuran yaktı dediler. Oysa onun istediği hurafelerden ve din bezirgânlarından arındırılmış bir dindi ve bunu dile getirme cesaretini göstermişti, hepsi bu.
Ama umdukları gibi olmadı. Farkhunda’nın parçalanmış ve yakılmış bedeni binlerce Afgan kadınının öfke seline dönüştü. Yüzlerce yıldır süren bu erkek düzenine, alınmaya, satılmaya, tecavüze uğramaya ve aşağılanmaya karşı Farkhunda’nın ölü bedeninde hayat bulan bir öfke seline. Kadınları hayattan silen, zindanlara hapseden o molla düzenine inat Farkhunda’nın cenazesi binlerce kadının omuzlarında yol aldı. Ve o kızı yetiştiren baba istedikleri gibi kızından utanmadı, onu lanetlemedi. Ailesinin soyadını Farkhunda olarak değiştirdi!
Olayın ardından hem Afganistan’da hem de bütün dünyada tepkiler çığ gibi büyüdü. Afganistan’da açılan soruşturma neticesinde 26 kişi tutuklanırken 13 polis açığa alındı. Arkası gelir mi, gerçekten suçlu olanlar adalet önünde hesap verir mi, bilinmez. Türkiye’de ise gündemin yoğun olmasından mıdır, yoksa artık her türlü katliama karşı bağışıklık kazanmış olmamızdan mıdır bilmem Farkhunda olayı yeterince gündeme gelmedi. Hâlbuki üç beş sahtekâr politikacının seçim zırvalarını tartışırken Farkhunda’nın katliamına verilecek anlamlı bir tepki için pekâlâ vakit bulabilirdik.
Sanıyorum artık alıştık. Bir otele sığınmış insanların diri diri yakılışını TV’den izleyerek büyümüş bir nesil değil miyiz?
Kim bilir kaçıncı izleyişimiz bu insanları vahşice katledilişini.
Üstelik o insansıların arasında bütün bu vahşetin her saniyesini videoya çekenler vardı, ibreti âlem için bütün dünya görsün ve korksun diye. İslam’a yönelik her eleştirinin yakıp kavurucu bir öfke ile karşılık bulacağını, buna cüret edenlerin sonunun ne olacağını herkes bilsin diye…
Yüreği yetenler Youtube’dan aynen izleyebilir..
Peki, ne yapmıştı Farkhunda?
O, bir molladan kötülükleri kovmak için muska satın alan kadınları bunlara para vermeyin, bunların İslam’da yeri yoktur diye uyarmıştı sadece. Çocuğu olmayan, hastalıklarından kurtulmak isteyen zavallı insanların kâğıt parçalarından medet ummasını doğru bulmuyordu. Bunu gidip o caminin önünde o din satıcısıyla tartışma cesaretini göstermişti Farkhunda. Bedelini canıyla ödeyeceği o karşı duruşu sergilemişti.
Kesesini doldurmak için küçük kâğıt parçalarına dua yazıp insanlara hap gibi din satan o mollanın bir kadının cüreti karşısında afallayıp “Kuran yaktı bu kadın” iftirasıyla ortalığı velveleye vereceğini ve bunun sonucunda oraya toplanan bir grup hayvansı tarafından vahşice linç edileceğini bilebilir miydi? “Ben bir Müslüman’ım ve Müslümanlar Kuran yakmaz” diye feryat etti ama dinletemedi. Vahşeti durdurmak için çevredeki polislerden yardım isteyen birkaç doğru düzgün insanın aldığı cevap ise, boş verin bu da İslam düşmanlarında ibret olsun şeklindeydi. O öldürülürken, bedeni paramparça edilirken öylece bekledi polisler.
Sonra babasını aradılar. Gel, kızın bir ‘günah’ işledi al götür dediler. Öyle ya, bir din satıcısın sahtekârlığını yüzüne vurmaktan daha büyük bir ‘günah’ olabilir miydi? Hakkında bir sürü palavra uydurdular. Akli dengesi bozuk bir kadın Kuran yaktı dediler. Oysa onun istediği hurafelerden ve din bezirgânlarından arındırılmış bir dindi ve bunu dile getirme cesaretini göstermişti, hepsi bu.
Ama umdukları gibi olmadı. Farkhunda’nın parçalanmış ve yakılmış bedeni binlerce Afgan kadınının öfke seline dönüştü. Yüzlerce yıldır süren bu erkek düzenine, alınmaya, satılmaya, tecavüze uğramaya ve aşağılanmaya karşı Farkhunda’nın ölü bedeninde hayat bulan bir öfke seline. Kadınları hayattan silen, zindanlara hapseden o molla düzenine inat Farkhunda’nın cenazesi binlerce kadının omuzlarında yol aldı. Ve o kızı yetiştiren baba istedikleri gibi kızından utanmadı, onu lanetlemedi. Ailesinin soyadını Farkhunda olarak değiştirdi!
Olayın ardından hem Afganistan’da hem de bütün dünyada tepkiler çığ gibi büyüdü. Afganistan’da açılan soruşturma neticesinde 26 kişi tutuklanırken 13 polis açığa alındı. Arkası gelir mi, gerçekten suçlu olanlar adalet önünde hesap verir mi, bilinmez. Türkiye’de ise gündemin yoğun olmasından mıdır, yoksa artık her türlü katliama karşı bağışıklık kazanmış olmamızdan mıdır bilmem Farkhunda olayı yeterince gündeme gelmedi. Hâlbuki üç beş sahtekâr politikacının seçim zırvalarını tartışırken Farkhunda’nın katliamına verilecek anlamlı bir tepki için pekâlâ vakit bulabilirdik.
Sanıyorum artık alıştık. Bir otele sığınmış insanların diri diri yakılışını TV’den izleyerek büyümüş bir nesil değil miyiz?
Kim bilir kaçıncı izleyişimiz bu insanları vahşice katledilişini.
[Turkish Forum - E Turkiyeyiz Biz]
13 Eylül 2018 Perşembe
İştirakçi/işbirlikçi (sözde, sahte ve sorumsuz) muhalefet sahip çıkıp, cidden ONUR VE ERDEMLE takip edip, milletin namusuna sahip çıkmayınca!.. "24 Haziran’da Onlara Bile Oy Kullandırmışlar!"
Bazı lânetli-menfurlar; Demokrasi, insanlık ve hukuk düşmanı birileri "24 Haziran’da Onlara (mezarlıktaki ölülere) Bile Oy Kullandırmışlar!" (İcabını yapmayan muhalefet kahrolsun)
24 Haziran seçimlerini değerlendirdiği yazısında çarpıcı görüş ve bilgilere yer verdi. İşte Acarer’in olay yazısı…"CHP Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, meydanlarda 1 tek oy bile çaldırmayacaklarını ifade ediyordu. Fakat seçimin ertesi günü, 25 Haziran’da basının karşısına geçip, “Çaldılar ama sonuçta 10 milyon oy değil” deyiverdi. Oysa 1 milyonun altındaki oy, bugün Türkiye’nin tamamının nefes almasını sağlayacaktı.
Sistem de yoktu yeterli görevli de
Derin komplo teorileri aramaya gerek yok, ‘o sır gibi akşam’ aslında olan şey çok basitti. CHP’nin sisteminin çalışmadığı doğru, fakat eksiktir. Neden; çünkü sisteme sandık başlarından veri de gönderilemedi. Söylendiği gibi yeter sayıda görevli yoktu. 600 bin görevlinin olduğu bilgisi koca bir balondu.
Hep beraber AA’dan izledik
CHP hesapları kaba taslak ve ciddiyetten uzaktır. CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan “Manipülasyonlara aldırmayın, seçim 2. tura kalıyor, açıklamasını yaptığımızda sistemde yüzde 5 giriş vardı” dedi. Hayır; bu açıklama yapılırken Adil Seçim Platformu’nun sisteminde yüzde 8.5 oranında giriş vardı.
Bir daha düzenli veri aktarımı olmadı. Sonra, aniden girişler hızlandı. İşte o an YSK’den verilerin çekilmeye başlandığı andı. “Kaybettik” açıklaması bundan sonra yapıldı. Ne yazık ki sonuçları hep birlikte Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) verileri ile Anadolu Ajansı’ndan (AA) izledik. Seçimden birkaç gün önce AA tarafından yayınlanan sonuçların birbirine benzemesi de şaşırtıcı değildi.
Çok önce kaybedildiği biliniyordu
Seçim, sadece karşılaştırılamayan ve bize bilgisi verilmeyen oylarla mı kaybetildi? Elbette hayır. CHP 25 ve 26. dönem Trabzon Milletvekili Haluk Pekşen henüz Mart ayında, Meclis’te elindeki belgeleri sallayarak konuşuyordu: “Bu seçim ittifakı, seçimlerin güvenliği müthiş bir hikaye. Hikayenin 2 ana başlığı var. Unutulan tek bir kısmı var. Mezarlığa sandık koymayı unutmuşsunuz. Çünkü mezarlıktan, seçmen üretilmiş. Tam 2 milyon 537 bin kişi gerçekte ölü olduğu halde hâlâ sağ gözüküyor. Yetmemiş, hızınızı alamamışsınız, hiç dünyaya gelmemiş kişilere de sahte vatandaşlık numarası vererek, bir de böyle seçmen kişiler üretmişsiniz. Seçmen sahte, kayıtlar sahte sonuçların gerçek olmasını beklemek cesaret olacak.”
Ne CHP ne HDP’den veri geldi
CHP Seçim Birimi’nde o akşam neler yaşandı? Güvenilir kaynaklardan aktardıklarımızı verelim: “Çok fazla problem var. Adil Seçim Platformu çalışmadı. Saldırılara karşı güvenlik önlemi yok. Çünkü bu konuda yetkin şahıslar yok. Verilerin ise çok azına ulaşıldı. Her sandıkta görevlilerimiz olduğunu söylüyorlar. Bu doğru değil. Hiçbir il ve ilçe örgütü ‘Hayır benim görevlim yok’ demez. Bu siyaseten bitmek anlamındadır.
Dijital ayaktaki kişi sadece görünen sorumlu. Ancak liste uzun. Örgütten mesul kişi; örgüt sekreteri veya genel sekreterdir. Bu kişiler sandığın başına görevli koymaktan sorumludur. Önseçim var, kongre var. Herkes biririyle iyi geçinmek zorunda, bu yüzden kimse konuşmayacak ya da gerçeği anlatmayacak. 20: 30’da HDP’den de veri gelmediği yüksek sesle dillendirildi. Bir ara çok hızlı giriş oldu. İşte o andan itibaren, YSK’dan veri kopyalandığını sanıyoruz.”
B planı yoktu
Peki aday İnce, hem görevli sayısı hem de sistemde yaşanabilecek aksaklıkları bilmiyor muydu? “Bilmez olur mu, örgütte büyümüş biri. Sadece Seçim Koordinasyon Merkezi’nde bu kadar büyük bir sorun yaşanabileceğini tahmin etmiyordu. ‘Kamuoyu bastırır, öncüler çıkar ve YSK önüne gidilir’ diye düşünüyordu.”
Boşa düşen CHP ve İnce’nin kırılma anı
Bir B planı olmadığı görülüyor. Seçim akşamı boşa düşülünce, bir tereddüt yaşandı. Bu tereddüt aşamasında bir karar verilmiş olması muhtemel. Kararda; YSK ve Saray önüne kurulan barikatlar kadar, çelik yelekli, otomatik silahlı Akmilisler, cihatçı devşirmeler, bugünlere hazırlanan paramiliterler de etkili oldu. Sultangazi, Habipler kavşağında çekilen videoda, otomatik silahlar taşıyanlar ve havaya ateş açanlar görülüyordu. Konuşmalar dehşet vericiydi: “Erkeklerde de kadınlarda da silah var, sıkıntı yok.” Yıllardır uyarılan siyasetçilerin bu konularda gazeteciler kadar özverili çalışmadığı anlaşıldı. Bu noktada kayıp büyük olacaktı. İş işten çoktan geçmişti.
Komplo teorisinden daha öte: Gözümüzün önünde
Tedirginliği vücudunun her noktasından okunan AKP’li Mahir Ünal boşluğu, gözdağı ile doldurdu. “YSK verileri güvenlidir” diyip, özetle sokağa çıkıp itiraz edenlerin başına ne gelebileceğini söyledi: “Türkiye seçim güvenliği konusunda Avrupa ve Dünya ülkeleri içinde en güvenli ve sonuçları en hızlı açıklayanlardan biri. Sonuçlarda şüpheye yer yok. Bir hukuk devleti olan Türkiye’nin kurumlarını sorgulamak ve bunlar üzerinden oluşturulacak bir şaibe ve itibarsızlaştırma bizim birliğimize beraberliğimize zarar verecek hususlardır. Özellikle bazı kurumlarımızın hedef alınarak tehdit edilmesi ve kendi tabanlarının tahrik edilmesi ile bunun sonucunda ortaya çıkacak ağır sonuçlar, unutulmamalıdır ki bunu yapan adayların sorumluluğudur.”
İşte komplo teorileri de bu konuşma ile çöküyor. Ancak bu teorileri gölgede bırakan daha ağır bir tablo var ortada. İktidar, İnce ve Millet ittifakı içindeki liderlerin kaçırılıp ya da kapatılarak tehdit edilmesine tenezzül edecek değildi. Çok daha ileri gidip milyonların gözü önünde seçeneği sundu. Paralize olduğumuz için bunu ilk anda göremedik. Mahir Ünal aslında şunları söylüyordu: “Seçim güvenli diyoruz. Fakat Buna inanmadığınızı biliyoruz. Karar sizin, protesto için sokağa çıkarsanız ağır bedel ödenir, sorumluluk da size aittir.” Bir iç savaşa bile değil, bir katliama göz kırpıyordu. Daha ilginç bir şey de vardı. Ünal, muhalefetteki ‘sandık güvenliği aksaklıklarını’ bilmiyordu.
Muhalefetin aksine iktidarın A, B, C planları vardı. İş dijital müdahaleden, gözdağına şansa bırakılmamıştı. Çok katmanlı bir hazırlıktı. ‘Yazı da gelse tura da gelse’ seçim kazanılacaktı. Öyle oldu.
Bizi fena ‘kek’lediler
Peki, o gece ne mi oldu?
Çok az şey ya da hiçbir şey…
600 bin görevli filan hiç olmadı.
CHP sisteme veri giremedi HDP sisteme veri giremedi.
Zaten sistem çalışmıyordu.
Bir yandan da dijital müdahale ile mezarlık oyları işlendi. Liderler boşa düştü.
Tehditler de gelince… “Adam kazandı…” Çıkıp balkonda konuştu.
24 Haziran hiç yaşanmadı. Bir gölge, oyunu illüzyondu. Gerçekte; 7 Haziran 1 Kasım sürecinde, 15 Temmuz’da, 16 Nisan’da, iktidar yanında olup insan vurana koruma kalkanı getiren 696 sayılı KHK çıktığında, Seçim İttifak Yasası hazırlandığında her şey çoktan bitmişti. Biz vefakar yurttaşlarımızı o tarihlerden itibaren sandık başlarında unuttuk. Biri-birileri bizi güzel ‘kek’ledi. 24 Haziran tarihini komple çaldılar, 24 Haziran’ı komple çaldırdılar.” birgün
KAYNAK: https://www.gazeteinsan.com/insan/24-haziranda-onlara-bile-oy-kullandirmislar/
24 Haziran seçimlerini değerlendirdiği yazısında çarpıcı görüş ve bilgilere yer verdi. İşte Acarer’in olay yazısı…"CHP Cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce, meydanlarda 1 tek oy bile çaldırmayacaklarını ifade ediyordu. Fakat seçimin ertesi günü, 25 Haziran’da basının karşısına geçip, “Çaldılar ama sonuçta 10 milyon oy değil” deyiverdi. Oysa 1 milyonun altındaki oy, bugün Türkiye’nin tamamının nefes almasını sağlayacaktı.
Sistem de yoktu yeterli görevli de
Derin komplo teorileri aramaya gerek yok, ‘o sır gibi akşam’ aslında olan şey çok basitti. CHP’nin sisteminin çalışmadığı doğru, fakat eksiktir. Neden; çünkü sisteme sandık başlarından veri de gönderilemedi. Söylendiği gibi yeter sayıda görevli yoktu. 600 bin görevlinin olduğu bilgisi koca bir balondu.
Hep beraber AA’dan izledik
CHP hesapları kaba taslak ve ciddiyetten uzaktır. CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan “Manipülasyonlara aldırmayın, seçim 2. tura kalıyor, açıklamasını yaptığımızda sistemde yüzde 5 giriş vardı” dedi. Hayır; bu açıklama yapılırken Adil Seçim Platformu’nun sisteminde yüzde 8.5 oranında giriş vardı.
Bir daha düzenli veri aktarımı olmadı. Sonra, aniden girişler hızlandı. İşte o an YSK’den verilerin çekilmeye başlandığı andı. “Kaybettik” açıklaması bundan sonra yapıldı. Ne yazık ki sonuçları hep birlikte Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) verileri ile Anadolu Ajansı’ndan (AA) izledik. Seçimden birkaç gün önce AA tarafından yayınlanan sonuçların birbirine benzemesi de şaşırtıcı değildi.
Çok önce kaybedildiği biliniyordu
Seçim, sadece karşılaştırılamayan ve bize bilgisi verilmeyen oylarla mı kaybetildi? Elbette hayır. CHP 25 ve 26. dönem Trabzon Milletvekili Haluk Pekşen henüz Mart ayında, Meclis’te elindeki belgeleri sallayarak konuşuyordu: “Bu seçim ittifakı, seçimlerin güvenliği müthiş bir hikaye. Hikayenin 2 ana başlığı var. Unutulan tek bir kısmı var. Mezarlığa sandık koymayı unutmuşsunuz. Çünkü mezarlıktan, seçmen üretilmiş. Tam 2 milyon 537 bin kişi gerçekte ölü olduğu halde hâlâ sağ gözüküyor. Yetmemiş, hızınızı alamamışsınız, hiç dünyaya gelmemiş kişilere de sahte vatandaşlık numarası vererek, bir de böyle seçmen kişiler üretmişsiniz. Seçmen sahte, kayıtlar sahte sonuçların gerçek olmasını beklemek cesaret olacak.”
Ne CHP ne HDP’den veri geldi
CHP Seçim Birimi’nde o akşam neler yaşandı? Güvenilir kaynaklardan aktardıklarımızı verelim: “Çok fazla problem var. Adil Seçim Platformu çalışmadı. Saldırılara karşı güvenlik önlemi yok. Çünkü bu konuda yetkin şahıslar yok. Verilerin ise çok azına ulaşıldı. Her sandıkta görevlilerimiz olduğunu söylüyorlar. Bu doğru değil. Hiçbir il ve ilçe örgütü ‘Hayır benim görevlim yok’ demez. Bu siyaseten bitmek anlamındadır.
Dijital ayaktaki kişi sadece görünen sorumlu. Ancak liste uzun. Örgütten mesul kişi; örgüt sekreteri veya genel sekreterdir. Bu kişiler sandığın başına görevli koymaktan sorumludur. Önseçim var, kongre var. Herkes biririyle iyi geçinmek zorunda, bu yüzden kimse konuşmayacak ya da gerçeği anlatmayacak. 20: 30’da HDP’den de veri gelmediği yüksek sesle dillendirildi. Bir ara çok hızlı giriş oldu. İşte o andan itibaren, YSK’dan veri kopyalandığını sanıyoruz.”
B planı yoktu
Peki aday İnce, hem görevli sayısı hem de sistemde yaşanabilecek aksaklıkları bilmiyor muydu? “Bilmez olur mu, örgütte büyümüş biri. Sadece Seçim Koordinasyon Merkezi’nde bu kadar büyük bir sorun yaşanabileceğini tahmin etmiyordu. ‘Kamuoyu bastırır, öncüler çıkar ve YSK önüne gidilir’ diye düşünüyordu.”
Boşa düşen CHP ve İnce’nin kırılma anı
Bir B planı olmadığı görülüyor. Seçim akşamı boşa düşülünce, bir tereddüt yaşandı. Bu tereddüt aşamasında bir karar verilmiş olması muhtemel. Kararda; YSK ve Saray önüne kurulan barikatlar kadar, çelik yelekli, otomatik silahlı Akmilisler, cihatçı devşirmeler, bugünlere hazırlanan paramiliterler de etkili oldu. Sultangazi, Habipler kavşağında çekilen videoda, otomatik silahlar taşıyanlar ve havaya ateş açanlar görülüyordu. Konuşmalar dehşet vericiydi: “Erkeklerde de kadınlarda da silah var, sıkıntı yok.” Yıllardır uyarılan siyasetçilerin bu konularda gazeteciler kadar özverili çalışmadığı anlaşıldı. Bu noktada kayıp büyük olacaktı. İş işten çoktan geçmişti.
Komplo teorisinden daha öte: Gözümüzün önünde
Tedirginliği vücudunun her noktasından okunan AKP’li Mahir Ünal boşluğu, gözdağı ile doldurdu. “YSK verileri güvenlidir” diyip, özetle sokağa çıkıp itiraz edenlerin başına ne gelebileceğini söyledi: “Türkiye seçim güvenliği konusunda Avrupa ve Dünya ülkeleri içinde en güvenli ve sonuçları en hızlı açıklayanlardan biri. Sonuçlarda şüpheye yer yok. Bir hukuk devleti olan Türkiye’nin kurumlarını sorgulamak ve bunlar üzerinden oluşturulacak bir şaibe ve itibarsızlaştırma bizim birliğimize beraberliğimize zarar verecek hususlardır. Özellikle bazı kurumlarımızın hedef alınarak tehdit edilmesi ve kendi tabanlarının tahrik edilmesi ile bunun sonucunda ortaya çıkacak ağır sonuçlar, unutulmamalıdır ki bunu yapan adayların sorumluluğudur.”
İşte komplo teorileri de bu konuşma ile çöküyor. Ancak bu teorileri gölgede bırakan daha ağır bir tablo var ortada. İktidar, İnce ve Millet ittifakı içindeki liderlerin kaçırılıp ya da kapatılarak tehdit edilmesine tenezzül edecek değildi. Çok daha ileri gidip milyonların gözü önünde seçeneği sundu. Paralize olduğumuz için bunu ilk anda göremedik. Mahir Ünal aslında şunları söylüyordu: “Seçim güvenli diyoruz. Fakat Buna inanmadığınızı biliyoruz. Karar sizin, protesto için sokağa çıkarsanız ağır bedel ödenir, sorumluluk da size aittir.” Bir iç savaşa bile değil, bir katliama göz kırpıyordu. Daha ilginç bir şey de vardı. Ünal, muhalefetteki ‘sandık güvenliği aksaklıklarını’ bilmiyordu.
Muhalefetin aksine iktidarın A, B, C planları vardı. İş dijital müdahaleden, gözdağına şansa bırakılmamıştı. Çok katmanlı bir hazırlıktı. ‘Yazı da gelse tura da gelse’ seçim kazanılacaktı. Öyle oldu.
Bizi fena ‘kek’lediler
Peki, o gece ne mi oldu?
Çok az şey ya da hiçbir şey…
600 bin görevli filan hiç olmadı.
CHP sisteme veri giremedi HDP sisteme veri giremedi.
Zaten sistem çalışmıyordu.
Bir yandan da dijital müdahale ile mezarlık oyları işlendi. Liderler boşa düştü.
Tehditler de gelince… “Adam kazandı…” Çıkıp balkonda konuştu.
24 Haziran hiç yaşanmadı. Bir gölge, oyunu illüzyondu. Gerçekte; 7 Haziran 1 Kasım sürecinde, 15 Temmuz’da, 16 Nisan’da, iktidar yanında olup insan vurana koruma kalkanı getiren 696 sayılı KHK çıktığında, Seçim İttifak Yasası hazırlandığında her şey çoktan bitmişti. Biz vefakar yurttaşlarımızı o tarihlerden itibaren sandık başlarında unuttuk. Biri-birileri bizi güzel ‘kek’ledi. 24 Haziran tarihini komple çaldılar, 24 Haziran’ı komple çaldırdılar.” birgün
KAYNAK: https://www.gazeteinsan.com/insan/24-haziranda-onlara-bile-oy-kullandirmislar/
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)